2 Mayıs 2023 Salı

 MELODRAMDA DUYGU POLİTİKASI: ÖLMÜŞ BİR KADININ MEKTUPLARI ÖRNEĞİ

 

Türk edebiyatında popüler roman türünün önemli temsilcilerinden biri olan Güzide Sabri’nin 1905 yılında Ölmüş Bir Kadının Evrakı Metrukesi romanı yayınlandığında geniş bir okur kitlesine ulaşarak dönemin kara sevda romanlarından sıyrılmıştır. Kitap sonraki yıllarda da okuyucudan teveccüh görerek basılmaya devam etmiş, 1923 yılında ise yazar romanın gördüğü rağbet üzerine bir zeyl olarak Nedret adıyla hikayeyi devam ettirmiştir.

Ölmüş Bir Kadının Evrakı Metrukesi romanı Metin Erksan tarafından senaryoya uyarlanarak 1956 yılında aynı adla ilk kez filme çekilmiştir. Filmin afişinde yönetmen olarak Semih Evin’in adı yazsa da farklı kaynaklarda Metin Erksan ile birlikte yönettikleri kaydedilir.

1969 yılında roman “Ölmüş Bir Kadının Mektupları” adıyla bir kez daha sinemaya uyarlanır. Senaryoda bu kez Orhan Elmas ve Duygu Sağıroğlu vardır, yönetmenliği ise Ülkü Erakalın yapmaktadır. Bu yazıda incelenecek olan film de Ölmüş Bir Kadının Mektupları’dır.

Duygu (emotion) kavramı, hareket etmek, dışarı çıkmak anlamlarına gelen Latince bir kelime olan ‘emovere’ kelimesinden türemiştir ve duygunun bireyler, toplumlar, topluluklar arasında hareket halindeki yapısına gönderme yapmaktadır (Ahmed, 2014, s:21). Duygunun dilin sembolik dünyasında karşılık yaratmasıyla duygu ve düşünce arasında gerilimli bir ikilik oluşması durumunda içsel bir çatışma yaşanabilir. Ancak duygunun düşünceyle uyumlanıp ilişkisellik üzerinden davranışa dönüşmesi de söz konusudur ve bu haliyle bir dışa yönelme, ilişkiler üzerinden bir zemin elde ederek kazanacağı hareket sahasıyla da  dışsal çatışmalar yaratabilir. Melodramlar duygu yüklü anlatılar olarak ön plana çıkarken duyguların bu anlatılarda yarattığı çatışmalar, yüklendikleri işlevler, tetikledikleri hareketler silsilesi düşünüldüğünde bir duygu politikası varlığından söz etmek gerekir.

Ölmüş Bir Kadının Mektupları, Nedret’in annesi Fikret’e ait günceyi okumasıyla  başlar. Fikret çocukken annesini kaybetmiş, babası başka bir şehirde genç bir kadınla evlenmiş, bakımı babaannesi ve ablası Suat’a bırakılmıştır. Bu yüzden de yalnız-terk edilmiş-yas içinde kederli bir duygu halindedir. Çocukluktan itibaren bünyesi zayıf olduğundan da sıklıkla hastalanır. Ölmeyi arzu ettiği günlerden birinde evine gelen Doktor Nejat’a aşık olur ve birdenbire neşeli sağlıklı birine dönüşür.

Kesif bir kederden dolayı ölümü arzularken aniden bambaşka ve zıt bir başka duygu olan aşka geçilir. Uçta ve yoğun yaşanan duygular ve bu duygular arasında bireyin bocalamaksızın geçişi melodrama özgü özelliklerden biridir.

 Hareket alanı ev içiyle sınırlandırılmış kadının aşık olmak için yaşayabileceği karşılaşmaların sınırlılığı Tanzimat romanlarından da aşina olduğumuz gibi kadının doktora gitmesi ya da doktorun eve gelmesiyle aşılmaya çalışılır. Fikret’in Nejat ile karşılaşmalarından hemen sonra gülerek yataktan çıkması, hastalığını hafife alarak şakalaşması ve piyanonun başına geçip şarkı söylemesiyle aşkın göstergeleri sunulmuş: sıhhat, neşe ve müzik. Karakterin duygu durumuyla uyumlu bir şarkıya geçiş, müziğe bu şekilde sıklıkla başvurmak da melodramın bir diğer özelliğidir.

 Üç gün sonra kontrol amaçlı gelen doktor Fikret’e bir kuş hediye eder, böylelikle duygularının karşılıklı olduğunu düşünürüz. Ancak doktor, Fikret artık tamamen iyileştiği için bir daha gelmeyeceğini söylediğinde ilişkileri sonlanmış olur. Fikret aşkını kalbine mi gömecektir yoksa sevdiğiyle bir bağ kurmaya mı çalışacaktır? Bu noktada duygunun Fikret’i bağ kurmaya, bir etki yaratmaya sevk ettiğini görürüz. Fakat bu atılım mevcut konumu yeniden tesis etmek biçimindedir: doktor-hasta olarak bir araya geldikleri için Fikret yeniden hasta olmayı tercih ederek sevdiği kişiyle buluşma yönünde hamle yapar. Yaratıcılıktan yoksun, tembel bir zihnin üstelik tehlikeli bir biçimde hastalığa yönelmesi karakterin düşünsel yüzeyselliğini ve kendini feda etmeye meylini de ortaya koyar.

 Fikret’in hasta olmak için seçtiği yol ise bütün gece pencere karşısında rüzgara karşı piyano çalmaktır. Rüzgarlı havada açık pencere karşısında bütün gece durmaktan hasta olmak. Bu sebeplendirme Türk sinemasında 2006 yılında Reha Erdem’in Beş Vakit filminde 2022 yılında Berkun Oya’nın Cici filminde tekrar görülecektir. Bir anne sözü olarak “cereyanda kalma”nın erkek yönetmenlerin bilinçaltında böylesine yer etmesi de bir başka yazının konusu.

Netice itibariyle Fikret anne sözü(!) dinlemeyerek soğuk alır, hastalanır. Nejat ve Fikret’in bundan sonraki görüşmeleri bir ağacın altında ve deniz kıyısında olur. Aşıkların buluşma yerlerinin klişe dekorlarla belirlendiği bu melodramda ölmek isteğinden yaşama katılmaya duyulan coşkuya geçiş bir kez daha dile getirilir.

Fikret, Nejat’ın muayenehanesine elinde çiçekle gittiğinde onun eşi ve çocuğuyla konuşmasına tanık olur, çiçekleri geride bırakarak oradan ayrılır. Bir kez daha ölümle hayat birdir, çaresi olmayan derde düşülmüştür. Çünkü Fikret evli bir adama aşık olmuştur. Oysa Nejat’ın eşi cemiyet adamı olamayacaksan iki medeni insan olarak boşanalım da demişken; ardından Nejat’ın sen olmasaydın da ayrılacaktık, boşanan ilk kişiler biz olmayacağız demesine rağmen: Yuva yıkılamaz. Fikret’in aşkı yeşertilemez. Alın yazısı, kader tebliği Fikret’in dilinden aşığına kabul ettirilir. Kişilerin sorgulama yapmadıkları, duygularının tesirinde davranış geliştirmekten kendilerini men ettikleri an gelmiştir. Evlilik sürdürülmeli, aşıklar geri çekilmelidir. Fikret’in tebliği, ısrarı ile olayların seyri bir anda değişir, yasaya boyun eğilir. Nejat ve eşi için evlilik akdi sonlandırılabilir görülse de Fikret bir sabit fikir gelişitirmiştir. Sorgulanamayan tartışılamayan bu sabit fikir, Fikret’in kendini feda etmeye istekli oluşuyla anlam kazanır. Çevresindekilere rağmen çevresinin iyiliğini gözetmek için kendini geri çeken Fikret alturizm/özgecilikle hareket eder. Nejat ile yeniden görüşmek için Fikret’in hasta olmayı göze alması, kendine zarar vermeye meyilli biri olarak akılda tutulduğunda ise kendini gerçekleştirebilecekken duygularını donduran dışsal çatışmadan kaçarak içsel çatışmalara yönelen Fikret, kendine yönelik hem fiziksel hem psikolojik şiddet üreten yapısını özgecilik örtüsü altında gizlemiş olur.

Nejat’tan uzaklaşmak için İstanbul’u da terk eden Fikret, anne babasının kendisine uygun gördüğü zengin, yaşlı bir erkek olan Sait Bey ile evlenip çocuk yaptıktan yıllar sonra Nejat’ın Sait Bey’in akrabası olması sebebiyle bir kez daha karşılaşırlar. Bu karşılaşma Fikret’in kadercilikle geri çekilişi üzerine nasıl tesir eder? Fikret’in düşünce dünyasındaki kadercilik anlayışında bu karşılaşmanın bir tesadüf değil tevafuk olarak olumlu bir okuması olması beklenir ancak yine görürüz ki Fikret’in derme çatma düşünce dünyasındaki esas merkez sabit fikirliliğidir. Nejat’ı daha önce tanıdığını bile söylemeyecek kadar yok sayma halinde olsa da bir ilişkilerinin olduğu bilgisi ikisinin de eşleri tarafından açığa çıkarılır. İlginç bir biçimde aldatmanın gölgesinde evlilikler yine de devam eder. Yuva her ne pahasına olursa olsun bozulmamalı yasası bu kez eşler tarafından sahiplenilir ve kolektif bir mutsuzluğa boyun eğilir. Esasen eşler aldatıldıkları zannına kapılsa da aslında Fikret ve Nejat’ın evliyken bir ilişki yaşamadıkları bilgisi filmin sonuna kadar seyirciye emanet edilmiş bir bilgidir, Fikret’in güncesi sayesinde yıllar sonra kızı Nedret öğrenecektir. Dolayısıyla seyircinin filmi izlerken devamlı olarak gördüğü haksızlığa uğrayan bir çifttir ve onlarla bir duygudaşlık oluşturacaktır. Melodramların seyircide yaşatacağı katharsisi güçlendiren bir hikaye anlatma tercihi görülür.

  Ölmüş Bir Kadının Mektupları filminde duygular kederin ve aşkın uçta ve yoğun yaşandığı anlık bir parlamayla kendini gösterir. Ancak duygunun kişileri değiştiren dönüştüren yeni bağlar kurarak dışa açılan bir köprü olması yönü işletilmez. Aksine kişiyi hayattan geri çeker. Acı yaşandıysa ölüm düşünülür, aşk yaşanınca da bir sabit fikir sebebiyle ilişki reddedilir yine içe kapanılır. Karakterlerin çeşitliliği, tutumları,sorgulamaları dolayısıyla çatışmaları görülmez. Bunun yerine tek bir karakterin etrafında hizalanırlar, Fikret’in yıkılan yuvanın üstüne yuva kurulamaz ifadesi gidişatı belirleyen bir çıkış noktası olmuştur adeta bir yasa gibi kabul edilmiştir.

 

Kaynakça:

Ahmed, S. (2015). Duyguların Kültürel Politikası. (Sultan Komut,Çev). İstanbul: Sel Yayınları.

 Filmin orijinal adı: Wag the Dog

Yapım yılı - süre: 1997 - 1 saat 37 dakika

Yönetmen: Barry Levinson

Senaryo: Hilary Henkin ve David Mamet, Larry Beinhart’ın “American Hero” adlı kitabından uyarlama

 

BİR PERİ MASALI OLARAK WAG THE DOG

Türkiye’de Başkanın Adamları olarak bilinen Wag the Dog filminde, seçim arifesindeki ABD’de  bir başkanın seçimi yeniden kazanmak için ne kadar ileri gidebileceğini görürüz. Başkan danışmanlarıyla birlikte bir suç örgütüne dönüşür, medyayı kullanır, halkı manipüle eder ve nihayetinde kazanan olur. Bu haliyle film adeta bir peri masalı gibidir. Başkanı ve danışmanlarını durduran hiçbir şey olmayacaktır. Karşılaştıkları her engeli kendi lehlerine çevirirler. Planlanarak mücadele ile ulaşılan bir başarıdan ziyade tamamen her seferinde şanslarının yaver gitmesiyle hareket ederler. Filmin bu yönünün önemli olduğunu düşünüyorum. İki başkanın rekabetini izlemiyoruz, sadece birinin yarattığı etki üzerinden gelişen bir oyun bu. Satranç değil bir zar atma oyunu. Dolayısıyla tam olarak bu sebepten şans faktörüyle şekillenen bu olay örgüsünün gerçek dışı olduğunu görmek gerekir. Başkanın danışmanlarının rolleri ve medyayı yönlendirme biçimleri; ülkedeki tüm gazetecilerin, başkanlık yarışındaki diğer adayın esasen halkın tamamen pasif olmaları üzerinden hareket sahasını genişletir. İktidar medyasına karşı çalışacak bir muhalif medyanın olmayacağı ve gidişat üzerinde hiçbir savcının etkisinin olmayacağını düşünmek filmin evrenini gerçek dışı kılar. İktidardaki kişinin koltuğunu korumak için çalışan bir grup insanın medyanın gücünden başkalarıyla ciddi bir çatışma yaşamadan yararlandığını fark ettiğimizde söz konusu medya gücünün “abartıldığını” görebiliriz. Aksi takdirde filmdeki medya gücü, izleyen kitleyi pasifize edecektir. Gerçeğin ne olduğunu asla bilemeyecek bir vatandaş profili artık özne olmayan komplo teorilerinin alıcısı konumuna itilmiş olacaktır. Filmin açılış sahnesinde paylaşılan alıntıyı da bu noktada hatırlamak gerekir:

“Köpek neden kuyruğunu sallar?

Çünkü köpek kuyruğundan daha akıllıdır.

 Eğer kuyruk daha akıllı olsaydı kuyruk köpeği sallardı.”

O halde köpek kim kuyruk kimdir? Kuyruğun, medyanın gövdeye hükmetmesi ancak bir korku/korkutma senaryosu,bir sapma çöküş halidir.

Bir suç örgütü olarak başkan ve danışmanlarının medyayı kullanma biçimlerine de değinmek gerekiyor. Bir skandal patlamak üzereyken dikkatleri başka yöne çekmek, asılsız söylentiler yayarak teyit edilmesi için gündemi oyalamak, vatanseverlik duyguları üzerinden oy devşirerek zaman kazanmak. Bu noktada film, iktidarın medya gücünden gerçekleri çarpıtmadan ziyade gündemi belirleme şeklinde yararlandığına işaret eder.

  Conrad Brean’ın sahte bir savaş yaratmak için görüştüğü film yapımcısı Stanley Motss karakterinin suç örgütü içinde iken taraf değiştirmek isteyerek tehdit oluşturmaya başlamasındaki motivasyonunu da incelemek gerekir.

 Senaristin yönetmenin adının göründüğü Oscar alabildiği bir dünyada görünmez olan yapımcı kimliğiyle kendini tanıtan Stanley Motss karakteri sahte savaş teaser’ı hazırlama sürecinde kendinden o kadar memnun kalır ki ürettiği bu işi duyurmak ister. Kendi zaviyesinden bakınca dahil olduğu organizasyon bir gösteri işidir ve adıyla var olmak, itibar kazanmak isteği sonunda baskın çıkar. Topluma yabancılaşmış gerçeklikten kopmuş Motss’un şüpheli ölümü söz konusu suç örgütünün gücünü köpürten bir durum olarak görülebileceği gibi insani zaafların öngörülemez ve kontrol edilemez yönünü açığa vurması açısından önemlidir. Gizlilik anlaşması imzalatılan bir figüran da yıldız olmak için dayatılan gizlilik anlaşmasını ihlal edebilir pekala ya da parayla susturulan birine bir başkası konuşması için daha yüksek fiyat biçebilir ya da değerlerine ihanet eden herhangi birinin pişmanlığı bir itirafı getirerek başkan ve danışmanlarından oluşan bir suç örgütünü baltalayabilir. Motss’un ölümü, herkesin “bir grup/bir güç” tarafından yüzde yüz kontrol altında olamayacağı şeklinde de okunabilir; çünkü Foucault’un dediği gibi “İktidarın olduğu yerde direnme vardır.” Ancak Wag the Dog filminde muhalefet edecek kişi ve kurumlar hiçleştirilerek sadece küçük bir grubun yapay gündem yaratarak skandalın konuşulmaması için gündem yeniden belirlenir. Güçler ayrılığına dayanan demokraside basının dördüncü bir güç olarak muteber olabilmesini sağlayan süreç mesleğin etiğiyle de ilişkilidir. Yerinden yapılan gözlemler, tarafsızlık ve teyit edilerek sunulan haberlerle filmin olay örgüsünün mükemmel işleyişi sekteye uğramış olacaktı. Dolayısıyla gazeteciliğin servis edilen haberleri aktaran ve sadece iktidarın rıza yaratma aparatı olarak çalıştığı bir tahakküm biçiminde “güç” medyaya atfedilemez. Güçlülerin hakim olduğu düzen içerisinde sadece medya da bir araç olarak güç göstergesine dönüşür. Wag the Dog, medya içindeki çatışan etkin gerçeği arayan gazetecileri göstermez sürekli olarak pasif, yönlendirilmiş oyuna gelen yekvücut bir medyayı gösterir.

Medyanın gücünün büyüklüğünü(!) gösteren 1997 yapımı bu filmden bir yıl sonra bir seks skandalıyla gündeme gelen ABD başkanı Bill Clinton’nın akıbetini düşününce “hayat sanatı taklit eder” de diyebiliriz, “gerçeklerin er geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır” da. Siyaset içindeki karanlık odakların güçlenmesi ve kullanabilecekleri tahakküm araçlarından birinin de medya olmaması için basın mensuplarının meslek etiğine tavizsiz bağlılığıyla birlikte haberlerin alıcısı okuyucusu konumundaki vatandaşların da eleştirel düşünmesi gerekir. 

29 Nisan 2023 Cumartesi

Camera Obscura :

Latince “camera” kubbeli hazne, oda anlamına gelirken “obscura” karanlık demektir. Camera Obscura terimi karanlık oda ifadesiyle Türkçede karşılanır. MÖ 4.yy’da Aristoteles, Camera Obscura ile ilgili ilk kaydı tarihe düşer. Buna göre; tamamen karanlık olan odanın bir duvarına bir iğne deliği (pinhole) açıldığında dışarıdaki görüntü her ne ise deliğin karşısındaki duvarda ters olarak görünmüş olacaktır. Bu keşif yüz yıllar boyunca farklı coğrafyalarda farklı alanlardaki bilginlerin zihninde yeniden ele alınmış, biçimlendirilmiş, geliştirilmiş nihayetinde fotoğrafın icadında kadar süren yolların taşlarının döşenmesini sağlamıştır. 10. yy’da matematikçi, optikçi Arap bilgin İbni Heysem, Batılılarca Alhazen olarak tanınır, Camera Obscura’yı güneş tutulmasını izlemek için kullanmıştır. 15. yüzyılda Rönesansın öncülerinden olan Brunelleschi kuyumculuk, heykel, optik, matematik mimari gibi geniş bir yelpazede düşünen üreten bir bilgin olarak Camera Obscura’dan perspektifi doğru kullanma açısından bir imkan olarak görüp yararlanmıştır. Böylece resim sanatında bir kolaylaştırma aracı olarak Camera Obscuranın kullanımı benimsenmeye başlamıştır. Gittikçe küçülerek taşınabilir bir forma ulaşacak olan Camera Obscura aynı zamanda merceklerle de desteklenir. Nihayetinde fikri gelişim olarak resim,mimari sanatına katkı yapar gibi görünse de 19. yüzyılda insanların görüntüyü sabitlemeye yani fotoğrafı icat etmeye ulaşacakları noktaya kadar önemli bir bilgi birikimini Camera Obscura sağlamıştır. (1)

 

Dagerotip: 

Fransızca Daguerréotype dilimize Dagerotip olarak girmiştir. Bu ifade gümüş nitratla ışığa duyarlı hale getirilen bakır levhaların, camera obscura içinde 10 ila 20 dakika pozlanarak, cıva buharına tabi tutulup geliştirilmesiyle fotoğrafik görüntü elde etme yöntemidir(2).” Terim, yöntemi bulan kişi olan Louis-Jacques-Mandé Daguerre’in soyadından gelir. Pencereden Le Gras’a Bir Bakış adıyla bilinen tarihteki ilk fotoğrafı Niepce 8 saatlik pozlamayla elde etmişti ancak kullandığı teknikteki pürüzleri gidererek süreyi kısaltan Daguerre olmuştur. Yüz yıllar süren nicel bir birikimin nitel sıçramaya ulaştığı 19. yüzyılın sonlarında görüntüyü sabitleme çalışmalarında ortak bir terim olarak fotoğrafın kullanımında uzlaşma henüz yoktur. “Niepce, yöntemine heliyografi adını verir; Daguerre'in yöntemi daguerreotype, Talbot'unki kalotipidir. ‘Fotoğraf’ sözcüğü daha sonra, 2 Şubat 1839'da, Fox Talbot'a gönderdiği bir mektupta Charles Weatstone tarafından kullanılmıştır.(3)”

Dagerotip icadının ardından Fransız Bilimler Akademisine tanıtılır. İcadın patentinin alınması sürecinde fikri tartışmalar da yaşanmıştır. Bu noktada dagerotipin sözcüsü olarak fizikçi Arago'nun 3 Temmuz 1839'da Meclis kürsüsünde yaptığı savunma dikkat çekicidir. Konuşmasında "Yeni bir cihazın icatçılarının," demiştir Arago, "o cihazı doğayı gözlemek amacıyla kullandıklarında murat ettikleri şey, aynı aracın katkılarıyla daha sonra yapılan bir dizi keşifle kıyaslandığında son derece cılız kalmıştır." Bu konuşmayla yeni teknolojinin -astrofizikten filolojiye uzanan- geniş yelpazesi sergilenmiş olmaktaydı. Yıldızların fotoğraflarının çekilme imkanları doğmasının dışında öne çıkan şeylerden birisi, fotoğraf vasıtasıyla Mısır hiyerogliflerini biraraya toplama düşüncesiydi mesela(4).”

 

Yüksek Sanat:

1850-1870 yılları arasında İngiliz sanatçılarının etkisiyle gelişen sanat akımına High Art/Yüksek Sanat anılır. Fotoğrafın icadına kadar ki süreçte camera obscura resim sanatında doğru perspektif için kullanılan bir araçtı. Fotoğrafın toplumdaki kabulü ve yükselişi sırasında bu kez resim sanatının araçsallaştırıldığını görürüz. 1850’de William Lake Price, Oscar Gustav Rejlander ve Henry Peach Robinson gibi isimler resim bilgisini fotoğrafa uyarlama çalışarak Yüksek Sanat Akımını duyurmuş olurlar.

H.P. Robinson 1869’da “Pictorial Effect in Photography” adlı eserinde fotoğrafın resmin etkisine ulaşması için kompozisyon, armoni, denge sorunlarını aşmayı ele alır(5). Resim sanatının ilkelerinden yararlanırken çizimden direkt de yararlanıldığı görülmüştür. Fotoğraf çekimi öncesinde fotoğrafta istenen pozların çizildiği bir nevi story board kullanılmıştır. Teknik ya da sanatsal sebeplerle fotoğraflara çizimle müdahale edilerek rötuşlandığı da görülür. Yüksek Sanat akımında sanatçılar etkili kompozisyonlar oluşturur, konuları nettir, stüdyolarda sahne dekorları hazırlamışlardır. Fotomontaj da bu akımla kullanılmaya başlanır, ayrı ayrı çekilen fotoğraflar birleştirilir. Uzun poz süreleri sebebiyle model sabitleyiciler de kullanmışlardır. Alice Harikalar Diyarında kitabıyla tanınan yazar Lewis Caroll da bu dönemde çektiği çocuk portreleriyle dikkat çeker. Dönemin bir diğer önemli sanatçısı olan Julia Margared Cameron ise çalışmalarındaki fluluk kullanımıyla öne çıkar.

 

Soyut Fotoğraf 

 

Soyut sanat anlayışının başlangıcını ve ilk temsilcilerini belirlemek güçtür ancak bu anlayışla üreten sanatçıların önce resimde ve fotoğrafta daha sonra etkisini mimaride de hissettirecek biçimde 20. yüzyıl başlarında aktif ve kümelenebilen sayılarda kendilerini fark ettirdikleri görülür. Sanayileşen toplumlarda sanayileşmeye bağlı politikaların toplumdaki etkisi hissedilmeye başlanırken I. Dünya Savaşının da patlak vermesiyle toplumlar, bireyler üzerinde gelişen tahribat sebebiyle sanatçıların gerçek dünyadan aşama aşama kopuşuyla soyut sanat anlayışının tırmanışa geçtiği de yaygın bir görüştür. Wassily Kandinsky ve Kazimir Malevich adlı ressamlar soyut resim için öncü kabul edilirler. Fotoğraf ve resmin teknik, estetik alandaki etkileşimlerinin doğal bir sonucu olarak soyut anlayış etkisini fotoğrafçılıkta da göstermiştir. Soyut sanat akımına mensup sanatçılar için objenin kendisi değil sanatçının yorumu önemlidir. Objeyi geometrik şekiller ve renklerle yeniden yorumlayan sanatçı bu akımla özgünlüğün anlamını derinleştirir. Fotoğrafa dair temel bilgilerin, kurallarının sanatçı tarafından göz ardı edildiği soyut sanat anlayışı böylece yeni denemeler yapmak için de bir imkan oluşturur. Bu sebeple de soyut fotoğrafçılıktan konsept veya deneysel fotoğrafçılık, sübjektif (non - objective) fotoğrafçılık,non - figüratif olarak da bahsedilir. Soyut sanat anlayışından etkilenerek soyut fotoğraf çalışmaları yapan kişiler arasında ilk olarak Francis Bruguiere ve Alvin Langdon Coburn isimleri öne çıkar. Ancak Jon Heartfield, Alexandr Rodchenko, Moholy Nagy, Andre Kertesz, Ralp Gibson ve Rene Burri gibi isimler de hem teknik farklılıklar denemiş hem de fotoğrafta ışığı ve rengi farklı şekillerde kullanarak soyut fotoğraf çalışmaları gerçekleştirmişlerdir. Işık patlamaları, bulanıklıklar, salt ışık çizgileri birçok fotoğrafçı için kusur olabilecekken soyut fotoğrafçılar için bir ifade biçimine dönüşür. Fotoğrafa bakan kişide çağrışımlar yaratmayı hedefleyen, düşündürten, esasen bir duygu transferi gerçekleştirmeye çalışan soyut fotoğrafçılık yansıtmacı geleneğin dışında konumlanır. Gerçek nesneleri yalınlaştırarak, değiştirerek, bozarak imgeleştiren soyut sanatçılar Kübist ya da Fütürist olarak da tanınır. Soyut sanat anlayışı kapsayıcı ve etkisini sonraki on yıllarda da hissettiren bir sanat yaklaşımıdır.

 

 

Notlar:

1. Semra Güler Ak, Fotoğrafın Kısa Tarihi Temel Fotoğraf Bilgileri ve Tanıtım Fotoğrafçılığı adlı yüksek lisans tezinden yararlanılmıştır.

2. Tanım için Wikipedia’nın Dagerotip maddesi kullanılmıştır.

3. Alıntı için Roger Bellone, Fotoğraf, Dost Kitabevi Yayınları Mayıs 2010 sayfa 10

4. Alıntı için Walter Benjamin, Fotoğrafın Kısa Tarihi, Agora Kitaplığı, Ocak 2013 baskısı sayfa 8

5. Bu kısımda Kemal Gök’ün “Fotoğraf Sanatında Resimsellik” adlı yüksek lisans tezinden yararlanılmıştır.

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Konu 1: Camera Obscura (25 puan) 

 

Latince “camera” kubbeli hazne, oda anlamına gelirken “obscura” karanlık demektir. Camera Obscura terimi karanlık oda ifadesiyle Türkçede karşılanır. MÖ 4.yy’da Aristoteles, camera obscura ile ilgili ilk bilgiyi tarihe not düşer. Buna göre; tamamen karanlık olan odanın bir duvarına bir iğne deliği (pinhole) açıldığında dışarıdaki görüntü her ne ise deliğin karşısındaki duvarda ters olarak görünmüş olacaktır. Bu keşif yüz yıllar boyunca farklı coğrafyalarda farklı alanlardaki bilginlerin zihninde yeniden ele alınmış, biçimlendirilmiş, geliştirilmiş nihayetinde fotoğrafın icadına kadar süren yolların taşlarının döşenmesini sağlamıştır. 10. yy’da matematikçi, optikçi Arap bilgin İbni Heysem, Batılılarca Alhazen olarak tanınır, camera obscurayı güneş tutulmasını izlemek için kullanmıştır. 15. yüzyılda Rönesansın öncülerinden olan Brunelleschi kuyumculuk, heykel, optik, matematik mimari gibi geniş bir yelpazede düşünen üreten bir bilgin olarak camera obscuradan perspektifi doğru kullanma açısından bir imkan olarak görüp yararlanmıştır. Leonardo Da Vinci ise Codex Atlanticus adlı eserinde camera obscurayı tanımlamış ve çalışma ilkelerini incelemiştir.17 ve 18. yüzyıllarda Vermeer, Guiseppe Maria Crespi ve Reynolds’un resimlerini yaparken camera obscurayı kullanmışlardır. Böylece resim sanatında bir kolaylaştırma aracı olarak camera obscuranın kullanımı benimsenmeye başlamıştır. Gittikçe küçülerek taşınabilir bir forma ulaşacak olan camera obscura aynı zamanda merceklerle de desteklenir. Nihayetinde fikri gelişim olarak resim,mimari sanatına katkı yapar gibi görünse de 19. yüzyılda insanların görüntüyü sabitlemeye yani fotoğrafı icat etmeye ulaşacakları noktaya kadar önemli bir bilgi birikimini camera obscura sağlamıştır. (1)

 

 

 

 

Konu 2: Dagerotip (25 puan)

Fransızca Daguerréotype dilimize Dagerotip olarak girmiştir. Bu ifade gümüş nitratla ışığa duyarlı hale getirilen bakır levhaların, camera obscura içinde 10 ila 20 dakika pozlanarak, cıva buharına tabi tutulup geliştirilmesiyle fotoğrafik görüntü elde etme yöntemidir(2).” Terim, yöntemi bulan kişi olan Louis-Jacques-Mandé Daguerre’in soyadından gelir. Pencereden Le Gras’a Bir Bakış adıyla bilinen tarihteki ilk fotoğrafı Niepce 8 saatlik pozlamayla elde etmişti ancak kullandığı teknikteki pürüzleri gidererek süreyi kısaltan Daguerre olmuştur. Yüz yıllar süren nicel bir birikimin nitel sıçramaya ulaştığı 19. yüzyılın sonlarında görüntüyü sabitleme çalışmalarında ortak bir terim olarak fotoğrafın kullanımında uzlaşma henüz yoktur. “Niepce, yöntemine heliyografi adını verir; Daguerre'in yöntemi daguerreotype, Talbot'unki kalotipidir. ‘Fotoğraf’ sözcüğü daha sonra, 2 Şubat 1839'da, Fox Talbot'a gönderdiği bir mektupta Charles Weatstone tarafından kullanılmıştır.(3)”

Dagerotip icadının ardından Fransız Bilimler Akademisine tanıtılır. İcadın patentinin alınması sürecinde fikri tartışmalar da yaşanmıştır. Bu noktada dagerotipin sözcüsü olarak fizikçi Arago'nun 3 Temmuz 1839'da Meclis kürsüsünde yaptığı savunma dikkat çekicidir. Konuşmasında "Yeni bir cihazın icatçılarının," demiştir Arago, "o cihazı doğayı gözlemek amacıyla kullandıklarında murat ettikleri şey, aynı aracın katkılarıyla daha sonra yapılan bir dizi keşifle kıyaslandığında son derece cılız kalmıştır." Bu konuşmayla yeni teknolojinin -astrofizikten filolojiye uzanan- geniş yelpazesi sergilenmiş olmaktaydı. Yıldızların fotoğraflarının çekilme imkanları doğmasının dışında öne çıkan şeylerden birisi, fotoğraf vasıtasıyla Mısır hiyerogliflerini biraraya toplama düşüncesiydi mesela(4).” Arago’nun icadı savunma konuşmasının ardından Fransız hükümeti patenti satın alarak toplum hizmetine sunmuştur.

 

 

Konu 3: Yüksek Sanat (25 puan)

 

1850-1870 yılları arasında İngiliz sanatçılarının etkisiyle gelişen sanat akımına High Art/Yüksek Sanat anılır. Fotoğrafın icadına kadar ki süreçte camera obscura resim sanatında doğru perspektif için kullanılan bir araçtı. Fotoğrafın toplumdaki kabulü ve yükselişi sırasında bu kez resim sanatının araçsallaştırıldığını görürüz. 1850’de William Lake Price, Oscar Gustav Rejlander ve Henry Peach Robinson gibi isimler resim bilgisini fotoğrafa uyarlama çalışarak Yüksek Sanat Akımını duyurmuş olurlar.

H.P. Robinson 1869’da “Pictorial Effect in Photography” adlı eserinde fotoğrafın resmin etkisine ulaşması için kompozisyon, armoni, denge sorunlarını aşmayı ele alır(5). Resim sanatının ilkelerinden yararlanırken çizimden direkt de yararlanıldığı görülmüştür. Fotoğraf çekimi öncesinde fotoğrafta istenen pozların çizildiği bir nevi story board kullanılmıştır. Teknik ya da sanatsal sebeplerle fotoğraflara çizimle müdahale edilerek rötuşlandığı da görülür. Yüksek Sanat akımında sanatçılar etkili kompozisyonlar oluşturur, konuları nettir, stüdyolarda sahne dekorları hazırlamışlardır. Fotomontaj da bu akımla kullanılmaya başlanır, ayrı ayrı çekilen fotoğraflar birleştirilir. Uzun poz süreleri sebebiyle model sabitleyiciler de kullanmışlardır. Alice Harikalar Diyarında kitabıyla tanınan yazar Lewis Caroll da bu dönemde çektiği çocuk portreleriyle dikkat çeker. Dönemin bir diğer önemli sanatçısı olan Julia Margared Cameron ise çalışmalarındaki fluluk kullanımıyla öne çıkar.

 

 

Konu 7: Soyut Fotoğraf (25 puan)

 

Soyut sanat anlayışının başlangıcını ve ilk temsilcilerini belirlemek güçtür ancak bu anlayışla üreten sanatçıların önce resimde ve fotoğrafta daha sonra etkisini mimaride de hissettirecek biçimde 20. yüzyıl başlarında aktif ve kümelenebilen sayılarda kendilerini fark ettirdikleri görülür. Sanayileşen toplumlarda sanayileşmeye bağlı politikaların toplumdaki etkisi hissedilmeye başlanırken I. Dünya Savaşının da patlak vermesiyle toplumlar, bireyler üzerinde gelişen tahribat sebebiyle sanatçıların gerçek dünyadan aşama aşama kopuşuyla soyut sanat anlayışının tırmanışa geçtiği de yaygın bir görüştür. Wassily Kandinsky ve Kazimir Malevich adlı ressamlar soyut resim için öncü kabul edilirler. Fotoğraf ve resmin teknik, estetik alandaki etkileşimlerinin doğal bir sonucu olarak soyut anlayış etkisini fotoğrafçılıkta da göstermiştir. Soyut sanat akımına mensup sanatçılar için objenin kendisi değil sanatçının yorumu önemlidir. Objeyi geometrik şekiller ve renklerle yeniden yorumlayan sanatçı bu akımla özgünlüğün anlamını derinleştirir. Fotoğrafa dair temel bilgilerin, kurallarının sanatçı tarafından göz ardı edildiği soyut sanat anlayışı böylece yeni denemeler yapmak için de bir imkan oluşturur. Bu sebeple de soyut fotoğrafçılıktan konsept veya deneysel fotoğrafçılık, sübjektif (non - objective) fotoğrafçılık,non - figüratif olarak da bahsedilir. Soyut sanat anlayışından etkilenerek soyut fotoğraf çalışmaları yapan kişiler arasında ilk olarak Francis Bruguiere ve Alvin Langdon Coburn isimleri öne çıkar. Ancak Jon Heartfield, Alexandr Rodchenko, Moholy Nagy, Andre Kertesz, Ralp Gibson ve Rene Burri gibi isimler de hem teknik farklılıklar denemiş hem de fotoğrafta ışığı ve rengi farklı şekillerde kullanarak soyut fotoğraf çalışmaları gerçekleştirmişlerdir. Işık patlamaları, bulanıklıklar, salt ışık çizgileri birçok fotoğrafçı için kusur olabilecekken soyut fotoğrafçılar için bir ifade biçimine dönüşür. Fotoğrafa bakan kişide çağrışımlar yaratmayı hedefleyen, düşündürten, esasen bir duygu transferi gerçekleştirmeye çalışan soyut fotoğrafçılık yansıtmacı geleneğin dışında konumlanır. Gerçek nesneleri yalınlaştırarak, değiştirerek, bozarak imgeleştiren soyut sanatçılar Kübist ya da Fütürist olarak da tanınır. Soyut sanat anlayışı kapsayıcı ve etkisini sonraki on yıllarda da hissettiren bir sanat yaklaşımıdır.

 

 

 

 

 

 

Notlar:

1. Semra Güler Ak, Fotoğrafın Kısa Tarihi Temel Fotoğraf Bilgileri ve Tanıtım Fotoğrafçılığı adlı yüksek lisans tezinden yararlanılmıştır.

2. Tanım için Wikipedia’nın Dagerotip maddesi kullanılmıştır.

3. Alıntı için Roger Bellone, Fotoğraf, Dost Kitabevi Yayınları Mayıs 2010 sayfa 10

4. Alıntı için Walter Benjamin, Fotoğrafın Kısa Tarihi, Agora Kitaplığı, Ocak 2013 baskısı sayfa 8

5. Bu kısımda Kemal Gök’ün “Fotoğraf Sanatında Resimsellik” adlı yüksek lisans tezinden yararlanılmıştır.

 

 

 

 

 


10 Ocak 2021 Pazar

J.K.Rowling, Boş Koltuk

 "Şişko'nun görebildiği kadarıyla insanların yüzde doksan dokuzunun düştüğü hata kendilerinden utanmaktır; kendilerini gizleyerek başkası olmaya çalışmaktı. Dürüstlük Şişko için geçer akçeydi, onun silahı ve zırhıydı. Dürüstlük insanı korkuturdu; afallatırdı. Şişko insanları kendileriyle ilgili gerçeklerin öğrenilmesinden ödlerinin patladığını keşfetmişti; utanç bataklığında yaşıyorlardı, mış gibi yapıyorlardı; oysa çiğlik, çirkin ama samimi olan her şey, babası gibi insanların rezil bulduğu ve tiksindiği pis şeyler Şişko'ya cazip geliyordu. Şişko mesihleri ve dışlanmışları, deli ya da suçlu damgası yemiş insanları, ayakta uyuyan kitlelerin sırt çevirdiği soylu uyumsuzları düşünürdü sık sık.(91)"

"Şişko" lakaplı ergen Stuart Wall, sahicilik/dürüstlük çıkışıyla Holden Caulfield'i hatırlatsa da zamanımızın bir denyosuna dönüşüyor. Boş Koltuk'un şahıs kadrosu adeta Hollywood filmlerinden modellenen kişiler gibi görünüyor. Daha önce hiç bu kadar çok klişe tipi bir arada okumamış olabilirim. Roman bir bütün halinde tek bir kelimenin karşılığı gibi: kitsch. Stuart Wall'ın dürüstlük teröründen biraz ümitliydim açıkçası ancak o da fiyasko. 

*

Boş Koltuk yıllardır kitaplığımdaydı, okumayı hep erteliyordum. .Sanırım içinde bir  Harry Potter göndermesi filan olursa diye isteksizdim. Kitapla ilgili yorumlara bakınca benim korkum başkalarının arzusuymuş, Harry Potter'dan bir şeyler görmeyi bekleyenler varmış filan. Bazılarının büyümeye hiç niyeti yok anlaşılan.

(Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi, Friends, Star Wars gibi ilk anda aklıma gelen üretimlerle ilişkilenmeye isteksizliğimin sebebi bunların tutkulu ve asla davetkar olmayan hayran kitleleriydi aslında. Instagram hesabımı kapatıp Twitter'a günlerce girmeyi unutacak kıvama gelince böyle önemli kültürel olaylarla teke tek karşılaşma gücünü bulmanın kolaylığını fark ettim.)

*

Boş Koltuk için puanım 3/5. Teknik kusurları yok dolayısıyla sırf klişe yüklü diye kötü bir kitap diyemem hatta özel olarak kasaba hikayeleri seviyorsanız -ben severim- zaman kaybı kategorisine sokmaz istemezsiniz. Sadece özel bir roman değil. Bitirdikten sonra yazarını arayıp konuşmak isteyeceğiniz türden bir roman değil yani. 

*

Romana daha baştan bayık, klişe dediğim için günde 50 sayfa okuyup bırakıyordum, görev bilinciyle -çünkü günde en az 50 sayfa okumalıyım, genel. Sonra illa ki birkaç sayfa sonra bu durağanlık dağılacaktır diye okumaya devam ettim ve bir günde 400 sayfa okuyarak kitabı bitirmiş oldum. Yani olayların akışı sebebiyle değil de başladım bitsincilik motivasyonuyla okusam da bunu mümkün kılan yazarın herkese hitap edebilecek anlatım tarzıydı. Hafif içerik - yüzeysel anlatım, bu da esasen iyi bir şey. Omg biraz över gibi mi oluyorum yoksa hahah. 

***

Boş Koltuk/The Casual Vacancy 2015 yılında 3 bölümlük bir mini dizi olarak uyarlanmış.

İlk bölüm Barry Fairbrother'ın kasabanın toplumsal yaşamındaki önemine odaklanıyor. Simon Price ve Barry Fairbrother üvey kardeşler olarak tanıtılıyor, kitapta böyle bir şey yoktu. Ayrıca Gaia Bawden siyahi bir güzel tarafından canlandırılıyor ki kitapta güzelliği sık sık beyaz bembeyaz besbembeyaz olmasıyla vurgulanıyordu. Dizi uyarlaması kitaptan çok daha başarılı.


30 Haziran 2020 Salı

Cogs Ailesi


Twitter'da @womensart1 hesabında denk geldiğim çok hoş bir fotoğraf.


Üç kadın çizer; Violet Oakley, Jessie Willcox Smith ve Elizabeth Shippen Green aynı evde yaşayıp üretmeye karar veriyor. Evi yönetme sorumluluğu ise Henrietta Cozens'e ait. 
19. yüzyılın başında Amerika'da bu şekilde bir araya gelen bu kadınlar oldukça dikkat çekmiş. Basın onlardan  "Red Rose Girls" olarak söz etmiş ancak onlar kendilerine COGS Ailesi demiş. 
COGS, dördünün soyadlarının ilk harfinden oluşuyor.




 

29 Haziran 2020 Pazartesi

Bu Kitabı Eleştirmeye Nereden Başlamalı?

Hatice Meryem, "Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı?" İletişim yayınları 

Kitabı Storytel'den dinlediğim için alıntı yapamayacağım.

"Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı?" öykü kitabı. Bütün öykülerin şablonu aynı: Erkek katil, kadın maktul ve odakta katilin öldürme motivasyonu var ve bir anda gerçekleşen cinayetler var. Bir tane öyküde mülteci genç kadının intiharı vardı ama onun işleyişi de diğerleriyle aynı olduğu için şablon korunmuş oluyordu. 

Kadınların kadınlar üzerine yazabilmesinde müthiş bir doğallık, kendiliğindenlik, başka türlüsü olamazdıcılık algısı var. Bu sebeple metinleri değerlendirme dışı bırakılıyor gibi. Ciddiye alınmak değerlendirmeye tabi tutulmaktır. Kadın yazarların erkek adı kullanarak kitap basması, kadın yazarların erkek karakterleri ön planda tutmaya eğilimi vs. hep mevcut oyunun kuralına uymak için oysa oyunun kurallarının değişmesi gerekir. 

Hatice Meryem'in de yazarlığı ciddiye alınmamış diye düşünüyorum. Ah yavrum hislenmiş de kadın cinayetleri üzerine yazıvermiş aman ilişmeyim demişler. Çünkü kitaptaki yazılar daha önce Ot Dergide çıkıyormuş.  

Hatice Meryem tekrar tekrar erkek/katilleri odakta tutarak ve hep aynı hareket şablonunu kullanarak gerçekten ne yaptığını zannetti acaba? Suç işleyen erkekler ne bir tornadan çıkmış gibiler ne de bir grup deliler. Neyin ceza indirimi sağladığını bildikleri için hep aynı tondan konuşuyorlar. Bir anda durduk yere sürpriz bir şekilde cinayet işlemiyorlar adım adım tasarlıyorlar. Acaba neden Hatice Meryem bu tip yazılardan 40 tane yazmadı ki mesela? Üç kez aynı şeyi yapmışsın onuncu kez aynı şeyi yapıyorsun sonra neden nasıl duruyorsun ki? İlginç yani hayatı boyunca katil erkeklere ses vermeye devam etmekten onu alıkoyan neydi acaba? Yoksa yeni bir sığ motif buldu da ondan mı antoloji oluşturacak? 
Katillerle özdeşim kurmak için kendini paralıyor gibi görünen aciz, sıkıcı metinleri art arda yazarken insan hiç mi ben ne yapıyorum ne amaç ne mana demez? Medyada yıllarca kadınları öldürenlere çarşaf çarşaf yer ayrıldı zaten, pek çok cinayet sebebi öğrendik. Neden? Neye yarıyor bu arsız katilleri konuşturmak? Gazete haberleri öyküye dönüştürülmek istenmiş, olabilir ama her seferinde bir adam varmış çok alıngan ve de kırılganmış sonra kadın ona lolo yapmış o da onu öldürmüş. So what? 

Kitabın sonunda bir de manifesto var ki tam bir fiyasko. 1-A sınıfından Hatice Meryem'in kadın cinayetleri üzerine söyleyecekleri de bu tonda olurdu zaten. 23 Nisan ruhu ile erkekler koltuklarını kadınlara devretseler dünyada savaşlar olmazmıştı bir de her yerler tertemiz olurmuştu. İnsan hakikaten hayret ediyor. Belki biraz daha yazabilseydi feminizmi keşfederdi? Tırnağı taşa değmemiş ve asla fikri çatışma yaşamamışçasına aklına ilk geleni yazmış ve yayınevinden bile kimse onu okumamış ki ya sen iyi misin dememiş. 

Sevgili Hatice Meryem lütfen bir konu hakkında yazmadan önce oku. Önce okuyalım ki Amerika'yı yeniden keşfetmek durumunda kalmayalım. Okumak çok külfetli ise insanlarla konuş. Yeni insanlar tanı. Sokağa bile çıkmadan yapabilirsin bunu. İnternet kafi, bir twitter hesabıyla muhteşem zannettiğin önerilerinin nasıl da dağıldığını görürsün. Birbirlerinden nefret eden kadınlar vardır. Türk kadını vs Kürt kadını olarak. Zengin/fakir, güzel/çirkin, şişman/zayıf, evli/bekar, hetero/lezbiyen vb. Kadın olmaktan doğan ortak bir akıl, anlayış yok. Toplumsal cinsiyet rolleri vardır. Temizlik kadınlara uygun görülegelmiş mesela. Ama sen buna bakıp da nasıl kadınların çevre sorununu da doğal olarak çözeceğine vardın ya?

Her neyse. Hatice Meryem'in ciddiyetle ortaya attığı fikirlerin kofluğunu ortaya koymak istesem de kendimi ilkokula dönmüş gibi hissettiğimden kestirip atmak istiyorum. Bu konu üstünden zihinsel olarak tekrar o seviyeye inmek sıkıntı veriyor. 

Özetle. Kimsenin kadın cinayetlerini kanıksadığı filan yok ki böyle bir kitabın vicdani tembelliğimizi yıkıcı gücü olsun. Bu metnin toplum üzerinde iyi kötü herhangi bir etkisi de olmaz çünkü yavan anlatımı medyayla aynı zaten kim ne yapsın. Okuyanların yorumlarına bakınca da görülen şu, insanlar kadın cinayetlerine lanet ediyor, bu yani bu kadar, kitaptan önce de öyle düşünüyorlardı kitaptan sonra da doğal olarak. Yani kitap sadece mevcut hisleri tetikliyor. Yoksa kimsede yeni bir his, düşünce yaratamıyor. 

Cinayet sebeplerini art arda yazmaktaki iştahına da değinmek lazım. Bu sebepler zaten toplumun ahlaki normlarıyla örtüşüyor, pek çok çiftin/ailenin kavga sebebi olabilecek şeyler birini güya cinayete itiyor. Yani cinayet sebeplerini listelediğinde onlara bakıp bu kadar da olmaz/aa gerçekten mi diyecek insanlar çoğunlukta değil ve zaten bu kitap asıl etkilenmesini umduklarının önüne de düşmez. Bu işler böyle. İçini yakan toplumsal meselelerle ilgili yazma demiyorum, diyemem. Yaz ama soğukkanlı ol ve seni okuyan insanların zekasından, kültüründen, vicdanından yana umutlu ol. Böylece çıtayı yüksek tutarsın. 

Sonuç:Gazeteye yazamadığınız açık mektuplar yüzünden Türkçe edebiyat karnından konuşma yerine dönüştü. 




26 Haziran 2020 Cuma

Colson Whitehead


"Mecaz oldu hakikat, hakikat oldu mecaz
                        Yıkıldı belki esasından eski malumat" 
                               Sadullah Paşa


              Do-Ho Suh (1962, Güney Kore), "Public Figures"


Bir tanışma hikayesi...

 Birkaç yıl önce D&R'den gelen bir tanıtım maili sayesinde Yeraltı Demiryolu kitabından haberdar olmuş aklımın bir köşesindeki okunacaklar listesine ekleyip geçmiştim. 

 Yeraltı Demiryolu ile fiziki olarak karşılaşmam ise geçen yıl olmuştu, 06Barış'ın kitaplığında görür görmez kendisini hemen tanımıştım. Yine de okumak için bir girişimde bulunmamıştım. 

 Sesli kitap uygulaması olan Storytel'deki ikinci ayımda hala bir roman dinleyememiş olmanın huzursuzluğu içindeyken yeniden Yeraltı Demiryolu ile karşılaştım, bu kez bir deneme yapacaktım. Deneme diyorum çünkü o vakte kadar uygulamada bir kitaptan diğerine geçerken sadece odaklanma antrenmanı yapıyor gibiydim. Kitap dinlemek, dinlemek suretiyle içeriği takip etmek benim için oldukça zorlayıcı bir şey. Göz insanı ve kulak insanı olmak da şimdilik burada dursun.



Isınma turları

 Colson Whitehead, 1969 doğumlu Amerikalı bir yazar (Soyadına takıldınız mı sizde: "Blackhead" diye de soyadı var mı, beyazlar arasında kullanılırlığı nedir -Kürt siyasetçi Ahmet Türk ve feminist yazar Yaprak Zihnioğlu filanlar geliyor aklıma, neyse dursun bu)

 Colson Whitehead; roman, öykü, deneme türlerinde dikkat çekici eserler vermiş bir yazar. Siren yayınları tarafından ise Yeraltı Demiryolu, Nickel Çocukları ve Bölge Bir adında üç romanı Türkçeye çevrilmiştir.

 Yazar, Yeraltı Demiryolu ile 2016 Amerikan Ulusal Kitap Ödülü, 2017 Pulitzer Ödülü, 2017 Arthur C. Clarke Ödülü kazanmıştır.

 

 

 Yeraltı Demiryolu

 Yeraltı Demiryolu, Cora adlı bir kadının hayatına "kaçış" üzerinden bakarak şekillenen bir roman. 

"Kaçış" benim favori temalarımdan biridir. Bunu yazar yazmaz aklıma manevi/ruhsal kaçış kategorisine konacak türden hikayeler geldi ve onların bana heyecandan ziyade sıkıntı verdiğini,içe doğru büktüğünü düşününce "kaçış" derken  maddi ortamın değiştirilmesi üzerinden gerçekleşen kaçışları sevdiğimden iyice emin oldum. Hapishaneden kaçış hikayeleri mesela, nefis değil mi? Bu romanda ise plantasyondan kaçışla başlayan bir kovalamaca var. Doğal olarak son derece sürükleyici bir hikaye.

Romanda insanların kölelikten kaçmasına imkan veren bir yeraltı demiryolu ağı var. Bu ağı kullanıp başka bir eyalete gidebilmek, yeni bir hayat kurabilmek umudu. Romanın Arthur C. Clarke Ödülü kazanmış olmasının da etkisiyle bu yeraltı demiryollarını "sade ve zarif" kurgusal bir buluş olarak okuyordum. Dağıtımcılığını Netflix'in üstlendiği 2019 yapımı El Hoyo/The Platform filminde de yapılan tam olarak buydu. Bilim kurgu etiketi taşıyan bu filmde de gündelik hayatımızda oldukça aşina olduğumuz bir araç olan asansör, üsttekiler ve alttakiler arasında gidip gelirken bambaşka bir şeye hizmet ediyordu. Bilim kurgu birçoğumuz için her şeyden önce bir teknoloji fuarı işlevi görüyor olmalı; bambaşka yepyeni son model alet edavat göreceğimiz bir mecra. Oysa işte sade ve zarif bir dokunuşla aşina olduğumuz araçlar başka bir bağlamda yeniden ele alınabilir ve bu da pekala bilim kurgu olabilir.



Epifani geliyorum demez

Yeraltı Demiryolu romanını okuduktan birkaç gün sonraydı, kardeşimle Netflix'te ne izlesek diye bakınırken "12 Years a Slave/12 Yıllık Esaret" filminde durdum, mis gibi Oscar da almış bunu izleyelim dedim. Muhteşem bir denk geliş oldu. Bana yeniden blog yazdıran motivasyon da işte filmden sonra gelen aydınlanmayla başladı. Film gerçek bir hikayeye dayanıyor ve sonunda Solomon Northup'ın esaretinden sonra yaşadıkları aktarılırken "ve Yeraltı Demiryolu'nda kaçak kölelere yardım etti" cümlesini gördüğüm an büyük bir şaşkınlık yaşadım! Gururla karışık bir sevinç: meğer gerçekten böyle bir şey varmış! Saygı duruşunun ardından Wikipedia'ya baktım:

"Yeraltı Demiryolu, 19. yüzyılın başından ortasına kadar Amerika Birleşik Devletleri'nde kurulan ve Afrikalı-Amerikalı köleler tarafından köleliğin kaldırıldığı özgür eyaletlere, Kanada'ya ve Nova Scotia'ya kölelilk karşıtları ve kölelik karşıtlığına sempati duyanlar yardımıyla kaçmak için kullanılan gizli yollar ve güvenli evler ağıydı." 

Yeni bilgiler ışığında Yeraltı Demiryolu sevgim daha da arttı. Colson Whitehead,tarihsel bir referanstaki mecazı öldürerek yeniden diriltmeyi seçiyor. Sade ve zarif, ne hoş!


***

Nickel Çocukları ve Bir Resim Hayali

 Colson Whitehead'in Nickel Çocukları romanını da Storytel'den dinledim. Dolayısıyla sayfa numarası olmadan yabancı isimlere internetten bakarak noktalamayı herhalde böyledir diye umarak ve dur başlat yapa yapa bir alıntı paylaşacağım:


"Kütüphane rafına dizilmiş bekleyen zarif ve seçkin ansiklopedileri görünce büyükannesinin yüzünün ne hale geleceğini merak ediyordu. Kutuları iki büklüm Tennessee'deki otobüs durağına kadar çekti. Elwood beyaz tenli olsaydı eğer karşı kaldırımdan ona bakanların gördüğü sahne dünyanın bilgisinin ağırlığını yüklenmiş çeken ciddi çocuk bir Norman Rockwell resmini andıracaktı."

Okumayı çok seven Elwood'un yarışmadan kazandığı ansiklopedileri eve taşıdığı bu sahne ilk anda mutluluğun resmidir. Olay örgüsü sebebiyle bu sahne zaten buruk bir âna dönüşecek ancak benim üzerinde durmak istediğim sonrası değil. Sonrasında bir şey olmasaydı dahi tasvirde bir burukluk var. 

Eğer ..... beyaz tenli olsaydı ..... bir ..... resmini andıracaktı.

Bir çocuğun sevimli görülmesi, bir kadının güzel sayılması talep edilecek haklar değildir, değil mi?  Çünkü kim/hangi grup böyle bir hakka sahip ki? Bir grubu sevimli/güzel görmek konusunda onlara tanınmış bir ayrıcalık olduğunu varsaymak insanı pek akıllı göstermiyor. Kimse beyaz çocukların daha sevimli olduğunu ya da beyaz kadınların daha güzel olduğunu söyleyip durmuyor. Bazısı öyledir bazısı böyledir. Ama mesele şu ki sevimlilik de güzellik de çoğunlukla beyazlar üzerinden görünür kılınıyor. #Blackisbeautiful harika ve haklı bir itiraz. Mümkün olan her yoldan siyahlara saldırırken benlik algılarını da zedelemeyi ihmal etmediler. Bu yüzden "Elwood bu haliyle bir Norman Rockwell resmini andırıyordu" diye yazılmadı. Beyaz çocuklar kolaylıkla ve yaygın bir şekilde çocukluğun çeşitli halleriyle resmedilirken siyah bir çocuk tarih yazarken görülüyordu. Mesela Ruby Bridges'ten mülhem:
 
Norman Rockwell, The Problem We All Live With, 1963

Kolaylıkla ve yaygın bir şekilde. Bunlar bence önemli zarflar. Her yerde ayrımcılık bahsinde biri çıkıp "ama biz suçlu değiliz sistem bizi de eziyor vs" diyor ancak bu saçmalık. Her birimize şiddetini eşit hissettiren bir sistemi zaten el birliğiyle yıkar yeniden kurardık. Burada eylemler değil eylemleri niteleyen zarflar, özneler ön plana çıkıyor. 

#Blacklivematters sloganını da anmak gerekiyor. Geçmişten bugüne değişen iyileşen yasalar var ancak gelinen noktada hala siyah vatandaşlar kolaylıkla ve yaygın bir şekilde hayatlarından oluyorlar. 

Yeraltı Demiryolu'nu hatırlayalım; beyazların siyahları öldürmesi, işkence etmesi, sakat bırakması sıklıkla karşılaşılan durumlardı. Bunun tersi durumlar yaşanmadığı için el ele tutuşup tüm yaşamlar değerlidir denilemiyor. 


"Hayatta kalmak" Whitehead edebiyatı için önemli bir izlek. Bir de özgürlük için iş birliği yapmak ancak sadece birinin başarabilmesi Yeraltı Demiryolu ve Nickel Çocukları için kurucu unsurlar. İkisi de gerçeklerden besleniyor.

Nickel Çocukları romanındaki okul görünümlü ıslah evi, 1 Ocak 1900- 30 Haziran 2011 arası faal olan Florida Erkek Okulu/Dozier School'dan hareketle kurgulanmış. 

Nickel, 5 centlik para. 

 






 

 



  MELODRAMDA DUYGU POLİTİKASI: ÖLMÜŞ BİR KADININ MEKTUPLARI ÖRNEĞİ   Türk edebiyatında popüler roman türünün önemli temsilcilerinden biri ol...