25 Kasım 2018 Pazar

Ödev 11: Sosyal Bilimleri Açın

Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor. İstanbul:Metis Yayınları, 2003. ISBN 975-342-099-4, 104 sayfa.

İlk bölümde, 18. yüzyıldan 1945'e kadar olan zaman dilimde sosyal bilimlerin kuruluşu incelenmiştir. Buna göre sosyal bilim modern dünyaya ait bir girişim olup gerçeklik hakkında bir biçimde ampirik olarak doğrulanan sistemli, dünyevi bilgi üretme çabası olarak tanımlanır.
Dünyevi gerçeği aramakta el ele veren iki bilme olarak bilim ve felsefeye dair algı 19. yüzyıl başında bilimin üstün olduğu bir hiyerarşiye dönüşür. Üstünlüğün dilde tescili ise tanımlayıcı bir sıfat kullanılmadan bilim dendiğinde doğa bilimlerinin anlaşılmasıdır.
Doğa bilimine karşılık alternatif bilgi üreten disiplin çok değişik adlara ve tanımlara sahipken bu noktada doğa bilimleri daha açık bir biçimde tanımlanmıştır. Doğaya dair meşru bilgi üretenlerin sahası belirginleşirken modern devletlerin kararlarını dayandıracağı zemin arayışı da insanların dünyasıyla ilgili bilgi üretme biçiminde belirleyici oldu.
19. yüzyıl boyunca üniversiteleri canlandıran girişimler daha çok tarihçiler,klasik dilciler ve ulusal edebiyat uzmanları eliyle gerçekleşmiştir. Doğa bilimcileri kendi özerk yapılarını kurmuş olduğundan çalışma yapmak için üniversite çatısına ihtiyaç duymuyorlardı.
Sosyal bilimin kurumsallaşmaya başladığı beş yerden söz edilir; Britanya,Fransa,İtalya,Almanya ve Abd. Hangi alanların sosyal bilimlere dahil olduğuna yönelik tartışmalarda 20. yüzyıl başında şu dallar üzerinde uzlaşma sağlanmıştı:Tarih, iktisat, sosyoloji, siyaset bilimi ve antropoloji. Bahsi geçen beş ülkede birer disiplin haline gelen bu alanlar öncelikle bu ülkelerin sosyal gerçekliğini betimleme sorumluluğu üstlendiler.Disiplinlerin ayrışması ve kurumsallaşması sürecinde her disiplin kendisini sosyal gerçekliği incelerken kendisine en yakın disiplinden ne bakımdan ayrıldığına dair tanımlamalar geliştirmeye çaba harcamıştır. Sosyal bilim disiplinlerinin hemen hepsi 1945 yılına gelindiğinde dünyanın önemli üniversitelerinde kurumsallaşmaya başlamıştı.

İkinci bölümde, 1945'ten günümüze sosyal bilimlerinin kendi içinde yürüttüğü tartışmalara odaklanılmıştır. Bu noktada sosyal bilimlere etki eden üç gelişme sıralanır. İlk olarak İkinci Dünya Savaşı sebebiyle dünyada yaşanan siyasal değişimler, soğuk savaş döneminin başlaması gibi durumlar. İkinci olarak nüfus ve üretimdeki artışın insan faaliyetlerinde ölçek değişimi yaratması ve üçüncü gelişme ise ikincinin bir uzantısı olarak dünyanın hemen her yerinde üniversitelerin ve sosyal bilimcilerin sayısının artması.

Üçüncü bölüm, "Şimdi Nasıl Bir Sosyal Bilim Kurmalıyız?" başlığını taşır. İkinci bölümdeki tartışmalar esas itibariyle sosyal bilimlerin kendi örgütlenme yapısındaki sorunlara işaret ettiğinden yapılandırılmanın da yine bu noktada gerçekleşmesi gerekliliği savunulur. Bilimsel toplantılarda farklı disiplinlerden konuşmacıların olması yönündeki değişim olumlanır. Sosyal bilimlerin kurulma sürecinde disiplinlerin ayrışması entelektüel üretimlere ivme kazandırırken gelinen noktada yerleşik disiplinlerin gücünü tırtıklayarak kendine yer açan dalların amacının üniversite kaynaklarından daha fazla pay almak olduğu belirlemesi yapılır. Üniversitelerin yeniden canlandırılması yolunda gerekli adımlardan biri de akademisyenlerin ders verme ve araştırma yapma arasında bir denge sağlamasıdır. Doktora öğrencilerine dahi ders vermekten kaçınan akademisyen tipi eleştirilmiştir.

Sosyal bilimlerin kuruluşu, disiplinlere ayrılması ve örgütlenmesine dair yapılan bu incelemenin dördüncü bölümünde bir kurtuluş reçetesi sunulmayacağı belirtilse de birkaç öneri yapılıyor. Özellikle disiplin ayrıştırılmasının önüne geçmek gerekliliği vurgulanıyor. Entelektüel faaliyetlerin mevcut disiplin sınırlarına bakmasızın gerçekleştirebilecek bir örgütlenme tavsiye ediliyor.
Sosyal bilimlerin yeniden yapılandırılmasında alanda etki gücü bulunan idarecilerin desteklemesi için dört yol ortaya konmuştur:
1.Üniversitelerin içinde veya onlarla işbirliği yapan ve aciliyeti olan belirli temalar etrafında bir yıl süreyle çalışmak üzere bilim adamlarını bir araya getiren kurumların yaygınlaştırılması.
2.Üniversite yapıları içinde, geleneksel disiplin sınırlarını aşan, belirli entelektüel hedefleri ve belirli bir zaman dilimi için (örneğin beş yıl) kendi fonları bulunan birleşik araştırma programlarının oluşturulması.
3.Profesörlerin birden çok bölüme atanması zorunluluğunun getirilmesi.
4.Doktora öğrencileri için birden çok alanda çalışma zorunluluğu.

22 Kasım 2018 Perşembe

Ödev 8: Krizantem ve Kılıç

Ruth Benedict, Krizantem ve Kılıç: Japon Kültürü Üzerine Bir İnceleme. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1994, ISBN:975-458-058-8, 366 Sayfa

Ruth Benedict'in 1946 yılında yayımlanan özgün adı "The Chrysanthemum and the Sword: Patterns of Japanese Culture" olan eseri Türkan Turgut'un çevirisi ile Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılmıştır.

Çevirmenin ön sözüyle başlayan kitap, yazarın teşekkür yazısının ardından her biri farklı bir başlığa sahip olan on üç bölüm ve bir sözlükten müteşekkildir.

Ruth Benedict (1887-1948), Colombia Üniversitesinde doktora yaptıktan sonra yine aynı üniversitede antropoloji bölümünde çalışmaya başladı. 1943-1945 yılları arasında Harp Enformasyon Dairesi için çalışmalar yürüten Benedict, 1944 Haziranında devlet tarafından Japonya üzerine bir inceleme yapması için görevlendirilir.

ABD'nin Japonya'ya yönelik ilgisi düşmanını tanıma motivasyonuyla alakalıydı. 7 Aralık 1941 sabahında Japonya ABD'nin Pearl Harbor askeri üssüne ani bir baskın düzenlemişti. Bunun üzerine o vakte kadar tarafsızlığını koruyan ABD, Japonya'ya savaş ilan ederek II. Dünya Savaşına katılmış oldu. ABD, 6 Ağustos 1945 tarihinde önce Japonya'nın Hiroşima kentine üç gün sonra da Nagazaki'ye atom bombasıyla saldırdı. 15 Ağustos 1945'te Japonya II. Dünya Savaşından çekildi.

Benedict'in görevlendirildiği sırada Amerika ve Japonya arasındaki savaşın gidişatı belirsizliğini koruyordu. Askeri mücadelenin yanında diplomasiye yönelik de avantajlı stratejiler geliştirmek isteyen Amerika için Japonların duyuş düşünüş biçiminin deşifre edilmesi bu belirsizliğin aşılmasında önemli bir hamleydi.

"Konu:Japonya" adlı ilk bölümde araştırma biçiminden bahseden Benedict bir kültürel antropolog olarak saha çalışması yapmanın öneminin farkında olduğunu belirterek savaş sebebiyle bu yöntemi kullanmamış olduğundan söz eder. Böylesi bir araştırmada sosyolog ve psikologların yaygın olarak başvurduğu anket yöntemi ise Benedict'e göre yararsızdır; çünkü anket sonuçları önceki bilgileri genişleten pekiştiren bir etkide bulunur. Oysa söz konusu Japon halkı olduğundan henüz alışkanlıkları değerleri hakkında ellerinde anketle taçlanacak kadar bilgi yoktur. Benedict farklı bir çalışma yöntemi izlemiştir. Japonya hakkında yazılanları okumak, Amerika'daki Japonlarla görüşmek, Japonya'da yaşamış Batılıların fikrine başvurmak, Japon filmlerini izlemek, Japon yazarların otobiyografi ve romanlarını okumak gibi yollardan bilgi edinen Benedict, Amerikan kültürüyle kıyaslamalar yaparak birtakım değerlendirmelerde bulunur.
Kitabın konusu ise Japonları bir Japon milleti yapan şeyin ne olduğunu tespit etme şeklinde ifade edilmiştir. Araştırmanın gayesi Japonların değişmeyen düşünce ve davranış tarzlarını belirlemektir.

"Harpte Japonya"adlı ikinci bölümde ise Japonya'nın kültür geleneklerinde savaş doktrinlerinin üzerinde durulur. Halkı topyekûn bir savaşa teşvik etmek için yapılacak olan çağrı, teslim olma veya teslim alma gibi hallerde takınılan tavır konusunda Japonların Batı harp teamüllerinden hangi noktalarda ayrıldığına dair tespitler yapılmıştır. Buna göre Japonlar maddeye karşı ruhun zafer kazanacağını düşünüyorlardı. İki ülkenin ordusu üzerinden yapılan sayısal kıyaslamaların Japonlar üzerinde bir etkisinin olmadığı çünkü onların tüm bunlara rağmen üstün geleceklerine dair sağlam bir inançları bulunuyordu. Japonları küçümsediği maddecilik anlayışına sadece asker, silah sayısı değil bir kişinin enerji depolaması da dahildi. Japon askerleri az uyku, az yiyecek, soğuğa dayanma gibi noktalarda da maneviyatın gücüne sığınıp konfor talebini maddecilik sayarak göz ardı ediyordu.
Japon yetkililerin savaşın gidişatına dair açıklamalarında ilginç olan bir nokta da halka sürekli olarak her şeyin öngörüldüğü şekilde geliştiğine dair mesajlar vermiş olmalarıdır. Halk tamamen bilinen bir durumun içinde olduğunu hissettiği müddetçe emniyet duygusunu muhafaza etmiş, mağlubiyet bile başarıya dönüştürülmüştür.
Japon askerlerin savaşma biçimleri teslim olmamak üzerine kurulduğundan Amerikalılar tarafından esir alınabilen Japon askerlerin sayılarının az olduğuna da dikkat çekilmiştir. Esir Japon askerleri ihtiyaç duyulan pek çok istihbaratı da sağlamış ancak imparator aleyhine konuşmamıştır. Amerikalıların savaşta yaralanan askerleriyle ilgilenirken Japonların böyle uygulamaları önemsemedikleri, hatta kendilerine esir düşen yaralı Amerikan askerlerinin neşeli hallerinden rahatsızlık duymuş olmaları, bu askerlerin evlerine dönme isteklerini de küçümsedikleri kaydedilmiştir. Japon savaş anlayışına göre gazi olarak dönmek bir kahramanlık olarak kabul görmüyordu.

Üçüncü bölüm, "Bir İnsanın Özel Mevkiini Alması" adını taşıyor. Benedict'e göre Amerikalılar hürriyet ve eşitliğe nasıl bağlıysa Japonlar da emirlere ve hiyerarşiye karşı büyük bir güvenle bağlıydı. Hiyerarşi cinsiyete, nesle, ilk evlat olmaya dayanıyordu ve aile hayatının esasını teşkil ediyordu. Yemek ilk önce ev halkının reisi olan babaya ikram edilir, banyoya ilk o girer, aile fertleri ona yerlere kadar eğilerek selam verir. Ev içinde katı bir şekilde düzenlenmiş bu hayata uyum takdir görüyorken kamusal alanda da durum farklı değildir. Hiyerarşi anlayışının temin ettiği emniyet duygusudur. Olabildiğince detaylı bir şekilde planlanan,tayin edilen davranış biçimleri sayesinde kişi bilinen bir dünyanın sınırları içinde kalarak kendine güvenebilirdi.

"Meiji Reformu" adlı dördüncü bölümde Japonya'da değişen rejimin gerçekleştirdiği hamlelere değinilmiş ve bunların halk tarafından nasıl karşılandığı üzerinde durulmuştur. On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında Tokugawa rejimi son bulduğunda Japon halkından gelen kökten bir değişim arzusunun bulunmadığı dolayısıyla bir Fransız İhtilalinin patlak vermediği yeni dönemin ruhunun ilerlemeden çok geçmişe dönmek üzerinden bir motivasyonla şekillendiği belirlemesi yapılır. Dönemin parolası olan Japonca, Isshin kelimesi restore etmek anlamında tercüme edilmiştir. İmparatora eski mevkiini iade etmek ve barbarları kovmak çağrısı halk üzerinde tesir etmiştir. Meiji Dönemi 1868-1912 arası yılları kapsar. Bu dönemde imparator eliyle yeni bir anayasa yapılmış,kast ve sınıf işaretleri yasaklanmış, vergi düzenlemelerinde çiftçiden yana tavır geliştirilmiş, zorunlu askerlik ve eğitim yasalaştırılmıştır. Endüstri sahasında da ciddi atılımlar devlet eliyle gerçekleştirilmiş; silah fabrikaları, tersaneler kurulmuş, demiryolları inşaatlarına öncelik verilmiştir. Halk imparatora derinden bağlılık duyduğu için bazı uygulamalar yereldeki yöneticiler hedef alınarak protesto edilse de ciddi bir karşı koyuş gözlenmemiştir.

"Ecdadına ve İçinde Bulunduğu Topluma Borçlu Olan Fert" adlı beşinci bölümde Benedict, Japonları anlayabilmek için Japon ahlak sisteminin anlaşılmasını şart koşar. Amerika'da kimseye borçlu olmamak düşüncesi faziletli olmayı ifade ederken Japonya'da faziletli ve adil bir kimsenin hem ecdadına hem çağdaşlarına karşı geniş ve karşılıklı bir borçluluk içinde yerini idrak etmesi gerekli görülür. Bu anlayış farkının yaşayışı şekillendiren önemli bir unsur olarak ele alınmıştır. Bir Japon anne ve babasına, hocasına, efendisine karşı büyük bir minnettarlık hisseder. Bu his onun çeşitli sorumlulukları yüklenmesini zorunlu kılar, "on yüklenmek" olarak ifade edilen bu durum yüksünmeden sorumlulukları yerine getirme anlayışıdır. Bir evlat anne ve babasına karşı zamanla azalmayan büyük bir borcun yaptırımı altındayken buna gündelik hayattan başka sorumlulukların eklenmemesi adına yardıma muhtaç olmadan yaşamayı öğrenmelidir. Bundan dolayı gündelik hayat içinde bir yabancıdan yardım görmek bir Batılı için teşekkür edilip geçilebilecek bir durum iken Japonlarda bunun dehşete benzer hisler uyandırdığının altı çizilir. On, çatışmalı duygu durumlarını içerdiği için karmaşık bir ahlaki ilkedir. Batılı anlayışta sevginin, çocuk büyütmenin tam da bir şarta bağlanmadığı zaman değer kazandığı haller Japonlar için mutlaka şarta bağlanarak her bireyin psişik bir ekonomi kurmasını gerekli kılar.

Altıncı bölüm, "On Binde Birini Ödeme" adını taşır. Ödenmesi gereken on borcunun Amerikalılar nezdinde daha iyi anlaşılması için Amerikalıların mali konulara bakışı üzerinden bir denklik kurulmaya çalışılır. Bu bölümde on'un farklı kategorilerine açıklık getirilir. Sınırlandırılmamış borcu ödeme tarzına "gimu" denmiştir. Bir insanın gimu'su iki sorumluluk biçimini kapsar; ebeveyni için yüklendiği on'a ko, İmparator için yüklendiği on'a ise chu denir. Ko için çalışmak aile fertlerine mutlak bağlılık değildir, burada yine aile içi hiyerarşi önemlidir. Çocuğunun tahsilini yaptırmak gimuya dahildir ancak bir yeğenin tahsili için ödeme yapmak zorunluluğu yoktur. Japonların teslim olduktan sonra Amerikalılara karşı herhangi bir sabotaj da bulunmaması Benedict tarafından halkın chu'ya olan bağlılığın devreye girmesi olarak yorumlanır. İmparator teslim olunduğunu duyurduktan sonra ona karşı bir hareket tarzı geliştirilemeyeceği için yeni durumu kabullenme Amerikalıları şüphelendiren bir vakarla gerçekleştirilmiştir.

Yedinci bölüm, " Katlanılması En Güç Olanı Ödeme" başlığını taşır. Benedict, ko ve chu gibi ahlak kategorilerinin Doğu milletlerinde şu veya bu biçimde rastlanılan bir anlayış olduğunu söyleyerek Japonlara özgü olarak gördüğü "giri" kavramına odaklanır. Gimu istenilmeden yapılan hareketleri içerse bile istenmeyen olarak tarif edilmez. Söz gelimi anne oğlundan boşanmasını istediğinde oğul eşini sevse dahi bunu dile getirmeden ko'ya uygun hareket eder. Giri de ise nicel borçluluk can sıkıntısına sebep olabilir, kişi istemediği halde bir davranışı yerine getirirken bunu ilan edebilir. Giri bir üst statüde olan kişiye duyulan sadakatle işletilir ya da kişinin tahkir edildiğini düşündüğünde kendi adını temizlemek için yapacağı edimle ortaya çıkar. Giri'yi kaçınılmaz kılan etrafın ne söyleyeceğidir. Benedict, Japon milletinin bu yönüne sıklıkla değinir. Japonları başkalarının ne düşüneceğini fevkalade önemseyen dolayısıyla da alınganlığa meyilli bir halk olarak görür. Giri'nin devreye girdiği durumlara hediyeleşme geleneği örnek olarak gösterilmiştir. Japonlarda hediyeye daha büyük bir hediyeyle karşılık vermek kaçınılan, onaylanmayan bir durumdur ancak hediyenin karşılığında bir hediye vermek mutlaka gereklidir. Ailevi, şahsi hediye kaydı tutulduğu da aktarılan notlardandır.

Sekizinci bölüm, "Bir İnsanın Şerefini Koruması" başlığını taşır. Bu bölümde de girinin kapsamına dair örneklerle konu genişletilir. Japonların intikama olan düşkünlüğünün altında da giri vardır. İyiliğe karşı bile borçluluk hissi duyup mutlaka bunun karşılığını vermeyen çalışan kişinin tahkir edildiği zaman da bununla hesaplaşması aslında kendi içinde oldukça tutarlı bir hareket tarzıdır.İntikam da Japon ahlak anlayışında faziletlerden sadece biridir. Giri bu nevi hesaplaşmalar dışında sakin davranmayı, kendi kendini kontrol etmeyi de içine alır. Çocuk doğururken bağırmayan bir kadın, sel bastığında bağırıp çağırmak yerine eşyasını toplayıp daha yüksek bir yere taşınan kişi de giri'ye uygun davranmış olur. Devamında utanç verici sayılan durumların, asil bulunan davranışların toplumdan topluma değiştiğini hatırlatan Benedict, Amerikalıların Japonlara eşitlik fikrini dayatmasının etnosentrik olduğunu söyleyerek Amerika'yı suçlu bulur. Amerika ve Japonya arasında önemli kültürel farklardan biri de rekabete bakıştır. Amerika'da kişiler arası rekabet açıktan yürütülüp onaylanan bir şey iken Japonya'da küçümsenir. Japon çocukların performanslarında rekabet durumunda düşüş olduğunu gösteren testlerden söz eden Benedict bu durumu utandırılmaktan duyulan kaygıya bağlar. Kişinin kendi kendisiyle rekabet halinde olması daha güvenli bir sahadır.

"Beşeri Duygular Sahası" adındaki dokuzuncu bölümde, ahlaki yaptırımlarla çepeçevre sarılı gibi duran bir Japon'un şahsi duygularını nasıl yaşadığı üzerinde durulur. Kültürlerin pek çoğunda zevk öğretilen bir kavram değildir diyen Benedict Japonların bu noktadaki istisna hallerinin bedeni zevki öğretmek ve bazen de kişinin kendini gerektiğinde bundan mahrum da edebilmesini içeren bir ikilik üzerinden teşkil edildiğine vurgu yapar. Sıcak bir banyo tüm ev halkının keyif aldığı ve aile içi hiyerarşiye göre tatbik ettiği bir uygulamadır. Buna karşılık kış egzersizi olarak soğuk suyun altına girmek de Japon geleneğinde mevcuttur. Japonları Batılıların rahatsız bulacakları pozisyonlarda dahi uyuyabilmek gibi için kendilerini eğitecek kadar uyumayı seven bir millet olarak gören Benedict uykudan feda etme konusunda da kendilerine karşı insafsız olduklarını belirtir. Amerikalıların ahlaksızlık, müstehcenlik olarak görecekleri Japonlara özgü pek çok davranış biçiminin gerisinde de hiyerarşiyi kavrayışın etkisi vardır. Bir insanın yerini bilmesi, önceliklerine uygun davranması ikilik, ahlaksızlık olarak görülebilecek Japonlara has davranışı anlamlandırmada kilit öneme sahiptir.

"Fazilet Dilemması" adındaki onuncu bölümde Japonların milli destanlarından biri sayılan Kırk Yedi Ronin incelenir. Destana kısaca değinmek gerekirse Lord Asano tahkir edildiğini düşünerek Lord Kira'yı alnından yaralar, bu davranış ismi için yapması gereken giri'dir fakat bu olay sarayda gerçekleşmiştir. Sarayda kılıç çekilmesi de chu'ya karşı bir hakaret olduğundan kaidelere göre kendisini öldürür. Lord Asano'ya bağlı olan kırk yedi kişilik bir grup da onun intikamını alıp kendilerini öldürerek yine hem giri'yi hem chu'yu yerine getirmiş olurlar. Bu destana ilkokul çocuklarına yönelik ders kitaplarında yer verildiğini kaydeden Benedict temelde giri ve gimu'nun çatışmasına dayanan pek çok hikaye ve filmin bulunduğuna dikkat çeker.

"Kendini Terbiye" adlı on birinci bölümde Japonların iradelerini güçlendirmek, disiplinli bir hayat kurmaya verdikleri önem üzerinde durulur. Bir Amerikalının ancak kendi isterse başvuracağı kişisel gelişim yöntemleri Japonya'ya dini anlayışla ve kültürle perçinlenen bir davranışlar bütünüdür. Ölümden sonraki hayata, ödül ve cezaya dair bir tasavvuru olmayan Japonlar bugüne ve dünyaya odaklanmış olarak yaşarlar. Başka kültürlerde kişinin kendi kendisine eziyet etmesi gibi yorumlanabilecek davranışlar Japonlar için kendini terbiye biçimidir. Benedict’e göre Japonlar kötülüğü kılıçtaki pas olarak görürler ve yaşamlarının yetişkinlik dönemlerinde kendi kendilerini gözlemleyerek düzelterek bu pastan kurtulmayı yeniden parlamayı hedeflerler. Japonlarda çocukluk ve yaşlılık utançtan, yargılamalardan münezzeh olarak kabul edilir.

On ikinci bölüm, "Çocuğun Yetiştirilmesi" başlığını taşır. Benedict, Amerikalıların çocuklarını doğar doğmaz birtakım kurallarla sınırlandırmasına karşılık Japonların çocuklarına olabildiğince hareket alanı tanıdığına dair bir değerlendirme yapar. Yetişkin dönemlerinde ise bu kez Amerikalı ebeveynler çocuklarına karşı hoşgörüyü benimserken Japon ebeveynler yetişkin evlatlarını dize getirmeye çabalarlar. Japon ailelerde bebeğin her zaman hesaba katıldığına dikkat çekilir. Anne selam verirken bebeğin de selam verir gibi yapmasını sağlar. Çocuklarla daima konuşulur, anne veya baba çocuğu sıklıkla gezdirir. Japon çocukların yürümeden evvel konuşmayı öğrendiklerini söyleyen Benedict ailelerin bebekler anlamasa dahi onlarla Japon hürmet dilinde konuştuğunu da ekler. Japonlar çocuklarını Amerikalılara kıyasla daha rahat yetiştiriyor görünseler de huysuzluğu,inatçılığı çocuğu dağlayarak tedavi etme gibi bir uygulamaları vardır. Çocuğun derisinde meydana getirilen bu yaralamaya moxa denir ve bu işlemin bir çocuğa birkaç kez uygulandığı görülebilir.

On üçüncü bölüm, "VJ Gününden Bu Yana Japonya" adını taşır. VJ, Victory over Japan ifadesinin kısaltılmasıdır. Bu bölümde Benedict, 14 Ağustos 1945'te İmparator Japonya'nın başarısızlığa uğradığını bizzat bildirdikten sonra Japon halkının Amerikalılara karşı takındıkları barışçıl tavrı izah etmeye çalışır. Amerikalılar bir saldırı beklentisi içinde bulunurken Japonlardan yana böyle bir atak görülmez. Savaşçılığın yerini bu kadar hızlı bir biçimde barışa terk etmesindeki önemli etken İmparatorun isteğine riayet etme terbiyesi olarak yorumlanır. İmparatorun tesiri yanında başarısızlığa uğrayınca diretmekten derhal vazgeçen bir hareket tarzının Japon kültüründe olumlanan bir davranış kalıbı olduğu da Benedict tarafından vurgulanan bir noktadır.
                                            ***


*Krizantemler Japonya'nın her yerinde yıllık çiçek gösterileri için saksılarda yetiştirilir. Çoğunlukla canlı çiçeğin içine sokulan bir tel destek krizantemlerin istenen şekilde durmasını sağlar. Oysa krizantemler tel destek olmadan ve budanmadan da güzel olabilirler.

*Kılıç taşıyan bir kimse kılıcının göz alıcı parlaklığını muhafazadan nasıl mesulse, insanlar da kendi hareketlerinin sonucundan öyle mesul olmalıdır. Japonyaların bu anlayışına göre kılıç, bir saldırı sembolü değildir; o ideale olan ve kendi mesuliyetini müdrik bir şahsı ifade etmektedir.

*Kamikaze: 13.yüzyılda Cengiz Han'ın gemilerini dağıtarak onları altüst eden böylelikle Japonya'yı istiladan kurtaran mukaddes rüzgar.





3 Kasım 2018 Cumartesi

Ödev 3: Sosyal Bilimcilerin Yazma Çilesi


Howard S. Becker, Sosyal Bilimcilerin Yazma Çilesi (Yazımın Sosyal Organizasyon Kuramı). Ankara: Heretik Yayıncılık, 2014, ISBN: 978-605-86008-2-9, 242 sayfa

Howard S. Becker'in “Writing for Social Scientist: How to Start and Finish Your Thesis, Book, or Article” adlı eseri Heretik Yayıncılık tarafından, Şerife Geniş çevirisiyle “Sosyal Bilimcilerin Yazma Çilesi (Yazımın Sosyal Organizasyon Kuramı)” olarak Türkçede ilk baskısını 2013 yılında yaptı.

Kitap, yazarın Türkçe baskı için yazdığı takdim ile başlayıp 2007 ve 1986 baskısına yazdığı takdimlerle devam ediyor. Kitabın sonunda bir Kaynakça bölümü bulunuyor. Takdimler ve Kaynakça arasında her biri farklı başlığa sahip on bölüm üzerine kitabın teşkil edildiği görülüyor.

İlk bölüm, "Lisansüstü Öğrenciler İçin Temel İngilizce(Bir Hatırat ve İki Kuram)".
Becker, lisansüstü öğrencilerine yönelik yazma üzerine bir seminer dersini verecektir ancak dersin işleyişine dair bir planlama yapmamıştır. İlk gün öğrencilerle yazarların sonrasında da kendilerinin yazma alışkanlıkları üzerine konuşur. Malinowski’ye göre insanlar ritüelleri rasyonel kontrol araçlarına sahip olmadıklarını düşündükleri bazı süreçlerin sonuçlarını etkilemek için icra ederler. (s.25) Katılımcıların yazı öncesinde mutlaka yapmaları gerekenlere duydukları bağlılığın boyutu yazma üzerinde denetimlerinin ne ölçüde olduğunu göstermesi açısından önemli olmuştur. Düzeltme ve yeniden yazma üzerinden işlemeye başlayan derslerde öğrenciler başkalarının metinlerini düzeltir. Ayrıca taslak çıkarma, ortak yazarlık gibi konularda da katılımcı olurlar. Bu bölüm esasen dersi alan öğrencilerle birlikte yayımlamayı planladıkları bir makaleyken sonraki zamanlarda öğrenciler bu işten vazgeçer ancak Becker, yazdığı şeyleri ziyan etmekten hoşlanmayan biri olduğu için(bknz,s136) notları makaleye dönüştürebilmiştir.

İkinci bölüm, "Persona ve Otorite". 
Yazar, öğrencisinin tezinde birtakım düzeltmeler yapar. Öğrencisi Rosanna Hertz bu düzeltmelerde bir genel tashih ilkesi olup olmadığını sorgular ve tezin üzerinden birlikte geçmeyi önerir. Yazar başta kulağına göre düzeltmeler yaptığını söylese de bunlar gelişigüzel düzeltmeler değildir. Her seferinde ifadeleri daha kısa, daha açık(anlaşılır) olanla değiştirmektedir. Rosanna bir düzeltmeye karşı çıkarken eski ifadenin daha havalı olduğunu söyler. Yazar öğrencisinden "daha havalı" derken neyi kastettiğini açıklayan beş sayfalık bir yazı ister. Bu bölümün tartışılmasındaki temel malzeme Rosanna Hertz'in söz konusu yazısıdır.
Bir fikri mantıklı olduğu için değil de mantıklı olduğuna dair sezgisel sebeplerle kabul etme sürecinde personaların etkisi incelenir.  Dilimiz, sahip olmak ve hissetmek istediğimiz itibar için çaba gösterir. (s.59) Dolayısıyla personaların sadece okur üzerindeki etkisi de değil bizzat yazarken yazarın bilinçli ya da bilinçsiz yarattığı kimlik olması sebebiyle de üzerinde durulur.

Üçüncü bölüm, "Tek Doğru Yol".
Bu bölümde Becker düzeltme yapmayı tavsiye ettiği kişilerin bunu yapmakta gönülsüz olmaları üzerine düşünüyor. Bunun ilk sebebi olarak tembelliği ele alırken ardından öğrencilerin işin mutfağına yabancı olmalarının etkisini değerlendiriyor. Öğrencilere, okudukları metinlerin örneğin ders kitapları ya da kendi hocalarının araştırma raporlarının- gerçekte nasıl yazıldığının söylenmediğini (s.71) dergilerde, yayınevlerinde editörlerin sürekli düzeltme için metni geri gönderdiklerini dolayısıyla metnin revizyonunun yaygın bir durum olduğunu dayine öğrencilerin bilmediği noktalar olduğunu vurguluyor. Düzeltme yapmaktan ve taslak hazırlamaktan korkmamanın yazıyı düzenlemede faydası olacağı yazarın kendisinden ve başkalarından verdiği örneklerle destekleniyor.

Dördüncü bölüm, "Kulağına Göre Düzeltme".
İlk bölümde değinilen konu, kulağına göre düzeltme meselesi burada daha geniş biçimde ele alınıyor. Yazara göre düzeltme yaparken adım adım izlenecek bir yol haritası belirlemek her zaman mümkün değildir. Yaratıcı bir yazarlıkta görülen sezgisellik bir araştırma yazısına da pekala yön verebilir. Daha önce yazdığı bir yazıda düzeltmeler yaparken neyi niye yaptığını anlatmaya,anlamaya çalışmaktadır. Yazar, sosyologların ihtiyaçlarına göre şekillendirilmiş, ama belki başka disiplinlerdeki akademisyenlere de faydası olabilecek bir listeyi sunuyor. Buna göre:
1.Etken/Edilgen. Edilgen çatılı kelimeleri etken olanlarla değiştirmeye dikkat etmek gerekir. "Hiçbir zaman edilgen cümleler kullanmamalısınız", diyemem. Ama belli bir tür edilgen cümle yapısının, önemli bir sosyolojik fikri yanlış sunduğunu söyleyebilirim.(s.101)  Neredeyse bütün sosyal kuramlar, bizlerin toplumsal hayatı üretmek üzere eylemde bulunduğumuz konusunda ısrar ederler. Ama onların takipçilerinin kullandığı üslup, çoğu zaman bu kurama ihanet eder. (s.108)
2.Daha az kelime. Yazarın "konuşma öncesi öksürüğü gibi olan ibareler" dediği gereksiz kelime veya cümle kullanma alışkanlığına dikkat etmek.
3.Tekrar. Bazen de aslında konuyu daha açık hale getirmeye çalışırken tekrarlara başvurabilir böylelikle gereksiz kelimelerle metni şişirebiliriz.
4.Yapı/İçerik: Söz dizimi, yani bir cümlenin parçalarını düzenleme biçimimiz, bu parçalar arasındaki ilişkiyi gösterir. Bir cümlenin sahip olduğu fikri, bu fikrin parçalarını yeniden düzenleyerek ve söz diziminin de aynı savı ileri sürmesini sağlayarak güçlendirebiliriz veyahut en azından söz diziminin öne sürülen savın anlaşılmasını engellemediğinden emin olabiliriz (s.111)
5.Somut/Soyut. Akademisyenlerin anlamsız işgalciler işlevi gören favori soyut kelimeleri vardır. Soyutlamaları, çıkarımlarımızın genelleştirilebilir olduğunu göstermek için de kullanırız(s.112) Ancak okur üzerinde amaçlanan etkiyi yaratabilmek için soyut ifadelerin örneklerle,detaylarla somutlaştırılabilmesi gerekir.
6.Metaforlar. Kullanımı yaygın olan metaforlar metne sızdığında bir metafordan bekleneni iletemezler. Metaforlar, okuduğunuz şeyin yeni bir yönünü, başka bir şeyde yüzeysel bir biçimde yer alan bu yönün nasıl oldukça farklı görünebileceğini gösterir.

Beşinci bölüm, "Bir Profesyonel Gibi Yazmayı Öğrenmek".
Bu bölümde yazar 30 yılı aşan meslek hayatından çeşitli hikayeler sunuyor ve bunlardan hareketle bazı analitik çıkarımlar yapıyor. Dergi ve kitap editörlüğü yaptığı zamanlar, mesleğinde yeniyken kadro almak için makale yazmak zorunda olduğu dönemler yazıyla ilişkisini derinleştirmiş görünüyor. Kısacası yazar, yazmayı sizi çevreleyen dünyadan hem size dayattıkları hem de size sunduklarıyla, öğrenirsiniz diyor.

Altıncı bölüm, "Risk(Pamela Richards)". 
Bu bölümün çoğunu Florida Üniversitesinde görev yapan bir sosyolog olan Pamela Richards tarafından kaleme alınmış bir "Risk" başlıklı mektup oluşturmaktadır. Yazdıklarını ast ve üst meslektaşlarla paylaşmanın zorlukları,akademik hayatın örgütlenme biçiminin akademisyenlerde yarattığı yazma korkusu, yazmayla ilgili geliştirdiği kişisel stratejiler mektubun ana konusudur.

Yedinci bölüm, "Yaptığınız İşi Görücüye Çıkarmak".
Yazarın bölüm sonunda söylediği bütün bir yazının özeti durumunda, suya girmeden yüzmeyi öğrenemezsiniz. Dolayısıyla yazmaya dair her türlü korku,kaygı ancak yazmak suretiyle aşılabilecektir.

Sekizinci bölüm, "Literatür Karşısında Dehşete Düşmek".
Yazarın fikrine göre araştırmacılar yazmaya başladıkları anda zaten belirli bir zihinsel duruşa zaten sahiptirler. Hangi kuram ya da yaklaşımın etkisinde oldukları konusunu yeniden kendilerine sormalarının sebebi literatür konusundaki endişeleridir. 
Lisansüstü öğrencileri literatürü taramayı öğrenirken bunu fikirlerinin orijinal olup olmadığına dair bir arama yapmak gibi algılamaktadır. Oysa yazara göre, orijinallinizi göstermenin iyi yolu fikrinizi literatüre hakim insanların yer aldığı bir geleneğe iliştirmektir. Çok iyi tanınan bir akademik yıldıza takılmak, çalışmanızın halihazırda yapılmış bir şeyi yeniden yapmadığı konusunda emin olmanıza yardımcı olur. (s.176)
Bölüm sonuna doğru yazar literatürü nasıl kullandığını yine kendi çalışmaları üzerinden verdiği örneklere gösteriyor.

Dokuzuncu bölüm, "Bilgisayarla Yazmak".
Yazar 1986 yılında kitabın bu bölümüne "Zahmet ve Yazılım Programları" adını veriyor. O zamanlar yeni olan bilgisayarda yazma deneyimini konu edinen bu yazı artık"tarihsel bir belge, o heyecanlı günlere dair bir hatırat" notu düşülerek yeni baskılarda kendine yer buluyor. 
Öncelikle yazmanın fiziki efor harcamayı gerektiren yönü sebebiyle bilgisayarda yazmak daha kolay ve tercih sebebi olarak duruyor. Taslaklarını çeşitli sebeplerle saklayan bir kimseyi düşününce arkasından iz bırakmadığı bir sistem ya da sürekli taslak üreterek yazan bir yazar için bilgisayarda yazmak düzeltme yaparak tekrar tekrar yazmayı kolaylaştıracaktır. Bilgisayarda yazmanın en kötü tarafı ise bir arıza sebebiyle yazdıklarınızın tümüyle silinmesi ihtimalidir.

Onuncu bölüm, "Son Söz"
Yazar kitabın herkesin derdine derman olacak bir reçete olmadığının bilincinde olduğunu söyleyerek giriş yapıyor. Zaten baştan itibaren yazmaktan korkmanın kökenlerine baktığında bunun toplumsal bir mesele olduğunu vurgularken bu sorunu aşma yöntemlerinde mümkün olduğunca çeşitlilik sunmaya çalışmıştı. Kitap boyunca verdiği tavsiyeleri kısaca tekrarladıktan sonra mühim olanın bu tavsiyelerden uygun olanının alışkanlığa dönmesi olduğunu vurguluyor.  

Alıntılar:


2)Akademik-entelektüel dünyanın sıradan dünya ile belirsiz ve rahatsız bir ilişkisi vardır ve pek çok akademisyen sıradan insanlarla olan ilişkileri hakkında kaygılanırlar. Hak ettiğimizi düşündüğümüz ve çoğunlukla da sahip olduğumuz ayrıcalıklı yaşamlarımızı meşru kılacak kadar sıradan insanlardan farklı mıyız gerçekten? 58

 Dilimiz, sahip olmak ve hissetmek istediğimiz itibar için çaba gösterir. 59

 Hiçbir yazar kimliksiz olamaz. Dolayısıyla her yazar mecburen birisi olacaktır. Bu kimse de, pekala, okurların saygı duyacağı ve inanacağı birisi olabilir. 63

Bu personalar incelemesi, bu tarzlardan herhangi birinde yazıyor olmakta meşru olmayan bir şey varmış izlenimi verebilir. Elbette, bu araçları meşru olmayan bir şekilde verilerinizin ya da savlarınızın eksikliklerini gizlemek için kullanabilirsiniz. Fakat çoğu zaman, bir iddiayı mantıklı olmasa da makul nedenlerle, bir parça da yazar alanını çok iyi bildiği (Bagel Fırınoları Sendikası'nın başkanlarının ismi dahil olmak üzere) ya da saygı duyduğumuz bir kültürel birikime sahip olduğu için kabul ederiz. Hiçbir yazar kimliksiz olamaz. Dolayısıyla her yazar mecburen birisi olacaktır. Bu kimse de, pekala, okurların saygı duyacağı ve inanacağı birisi olabilir. 63

Meselenin özü profesyonelleşmedir. Henüz yetişmekte olan akademisyenler kendilerini dönüştürmekte oldukları profesyonel entelektüel türü olup olmadıkları, olup olmayacakları veya hatta olmak isteyip istemedikleri konusunda kaygı duyarlar.  65

3)Akademisyenler bulgularını ikna edici bir şekilde düzenlemeli ve savlarını yeterli açıklıkta ifade etmelidirler ki okurları onların yazdıklarını anlasınlar, vardıkları sonuçları kabul etsinler. Eğer bunu yapmanın tek doğru yolunun önceden belirlenmiş bir yapıdan geçtiğini sanırlarsa işleri kendileri için gereğinden daha fazla zorlaştırmış olurlar. Öte yandan, bir şeyi söylemenin pek çok etkili yolu olduğunu, tek yapmaları gerekenin de bu yollardan birini seçmek ve okurlarının anlayabileceği bir tarzda yazmak olduğunu anladıklarında ise işlerini kolaylaştırmış olurlar.69

Yazılmış (ve hemen çöpe atılmamış) bir fikir inatçıdır. Şeklini değiştirmez. Kendinden sonra gelen fikirlerle karşılaştırılabilir. Gerçekte ne kadar az sayıda düşüneeye sahip olduğunuzu ancak bütün düşüncelerinizi yazarsanız, yan yana koyarsanız ve birbiri ile karşılaştırırsanız öğrenebilirsiniz. Daha sonra çözümlemesini kendiniz bile yapsanız bir taslağı sesli kayda almanın faydalı olmasının bir nedeni de budur. Kaydettiklerinizi kolaylıkla atamazsınız. Aptalca bir düşünceyi silme şansınız hala vardır; ama bu büyük bir zahmet demektir. Çoğu kişi konuşmaya devam etmeyi ve sonrasında yazıya dökülmüş versiyonda düzeltmeler yapmayı daha kolay bulur. Dolayısıyla kelimeleri kağıda dökmek sizi tehlikeli durumlara sokmaz; tam tersine düşüncelerinizi bir düzene koymamza imkan tanır. Ne söylemek istediğinizi görmenize izin vererek ilk cümleleri yazınanızı kolaylaştırır.83

Hangi yolu seçersem seçeyim, kendimi henüz bahsetmediğim bir şeyden bahsetmeyi isterken, ya da bahsederken buluyordum85

Hiç sorununuz yokmuş gibi davranmak yerine, yaşadığınız sorunlardan bahsetmek, sadece yazma sorunlarını değil pek çok bilimsel sorunu da çözüme kavuşturur. Örneğin, antropologlar ve sosyologlar alan araştırması yaparken yaygın olarak insanlarla uzun bir zaman boyunca gözlemlemek istedikleri şeyi gözlemlemelerine izin verecek ilişkileri kurmak ve korumakta sorunlar yaşarlar. Bu ilişkileri kurmaya çalışırken ortaya çıkacak gecikmeler ya da engeller cesaret kırıcı olabilir. Öte yandan, deneyimli araştırmacılar bu zorlukların anlamaya çalıştıkları toplumsal organizasyona dair önemli ipuçları sunduğunu bilirler. İnsanların onları gözlemlerneye isteyen bir yabancıya verdikleri tepkiler, bize bu insanların nasıl yaşadıklarına ve organize olduklarına dair bir şeyler söyler. Eğer kent merkezinde yer alan bir mahallenin yoksulları size şüpheyle yaklaşıyor ve sizinle konuşmuyorlarsa bu gerçek bir sorundur. Oysa biraz inedediğinizde bu kişilerin sosyal güvenlik sistemini istismar edenleri yakalamaya çalışan bir memur olduğunuzu düşündükleri için sizden uzak durduklarını keşfedebilirsiniz. Her ne kadar kişisel olarak rahatsız edici olsa da yaşadığınız sorun size bilmeye değer bir şey öğretecektir. 91

Aynı şey yazmak için de geçerlidir. Söyleyeceğinizi söylemenin tek doğru yolunu bulamıyorsanız o zaman neden bulamadığınızı açıklayın. Bennet Berger, kuzey California'daki hippi topluluklarına dair yaptığı çalışmasını anlattığı The Survival of a Counterculture'da (198 1) bu çözümü benimsemiştir...Bu kitabı yazmayı birkaç sene erteledim; çünkü gözlemlediğim toplumsal yaşamı yorumlayabileceğim bir çerçeve bulamadım. Böylesi bir çerçeve olmadan gördüklerimi tam olarak anladığımdan emin olamıyordum. Emin olamadığım için de verilere nasıl yaklaşacağımı bilemiyordum. Bu durum yazma istencimi kırdı.

4)matematik kurallarının çoğu algoritmalardır. işlevler sabittir (pi sayısı); iziekler rutindir (yarıçapın karesini almak) ve sonuçlar tümüyle tahmin edilebilirdir. Öte yandan, gündelik olayların çok azı algoritmaların uygulanmasını meşrulaştıracak kadar matematikseldirler.97

Beklendiği gibi, yazma hakkındaki kuralların algoritmalar gibi kesin ve değişmez olduğunu düşünen öğrenciler sıkıntı çekerken (bir korkuluk icat etmiyorum, bazıları gerçekten böyle düşündüler) bu kuralları yol gösterici rehber ilkeler olarak gören öğrenciler bir sorun yaşamadılar.97

Öte yandan sosyologlar, çok az sayıda bilinçli olarak geliştirilmiş sezgisel kurala sahiptirler. Çoğu zaman, sınanmamış yargılara sahip ve yanılabilir olan kulaklarına itimat ederler. Bu kulağı, kullandıkları üslup standartlarını, temelde okuduklarından geliştirirler. Takdir ettikleri çalışmalan okurlar ve yazdıklarının onlara benzemesini, kağıtta onlar gibi görünmesini isterler. Muhtemelen bu durum, neden lisansüstü eğitimlerinden akademik kariyere geçtikten sonra öğrencilerin yazım tarzlarının çoğu zaman kötüleştiğini açıklar. Genç akademisyenler, akademik dergileri okurlar ve yazdıklarının da, halihazırda açıkladığım nedenlerden ötürü, bu okudukları gibi görünmesini isterler. İşte, kötü akademik yazının ilacı da burada gizlidir: Mesleki alanınızın dışında okumalar yapın. Bunu yaparken de iyi örnekler seçmeye dikkat edin.

Bazen bu konuşma öncesi öksürüğü gibi olan ibareleri kullanırız, çünkü cümlenin ritmi ya da yapısı sanki bunu talep eder görünür veya savımızda bir şeyin eksik olduğunu kendimize hatırlatmak isteriz.

5)Özünde doğru olduğunuzu bilmek, artık temel sosyolojik sorunlara bir cevap aramakla vakit kaybetmediğiniz için size çok daha rahat yazma olanağı tanır. 127

Bazı makaleler hiç bitmez. Fakat yazdığım şeyleri ziyan etmekten nefret ederim ve hiçbir zaman, hiç kimsenin beğenmediği şeyler için bile umudumu kaybetmem. Dosyalanın arasında yirmi yıldır tuttuğum metinler oldu (Hatta 1 948'de Everett Hughes' ın etnik ilişkiler üzerine verdiği bir ders için yazdığım çok daha eski bir makaleyi hala saklıyorum).136

her zaman en kolay olanı yaparak bir işten sıkıldığınızcia bir diğerine geçebilirsiniz. 138

Yazmayı sizi çevreleyen dünyadan, hem size dayattıklarından hem de size sunduklarından, öğrenirsiniz.140

Akademik dünya nasıl örgütlenmiştir? Yazmak ve yayın yapmak bu dünyada nasıl bir yer kaplar? Siz, bu dünyada ne tür bir rol almak istiyorsunuz? Yazma ve yayın yapma biçiminiz, seçtiğiniz rolü oynayıp oynayamayacağınızı nasıl etkileyecektir? 167

8) Öğrenciler lisansüstü eğitimlerinde, "kendi" sorunsalları hakkında daha önce bir şeyler yazıp çizmiş herkesten bahsetmeleri gerektiğini öğrenirler. Özenle geliştirdikleri fıkrin, daha kendileri bunu düşünmeye başlamadan önce (hatta belki de onlar doğmadan önce) yayımlanmış olduğunu keşfetmeyi kimse istemez. (Wirth bize, orijinalliğin eksik hafızanın ürünü olduğunu da söylemişti.) Öğrenciler dünyaya ve sinsice onları bekleyen eleştirmenlere, literatürü kontrol ettiklerini ve daha önce bu fikri kimsenin düşünmediğini göstermek isterler.176

Orijinalliğinizi göstermenin iyi bir yolu, fıkrinizi literatüre hakim insanların yer aldığı bir geleneğe iliştirmektir. Çok iyi tanınan bir akademik yıldıza takılmak, çalışmanızın halihazırda yapılmış bir şeyi yeniden yapmadığı konusunda emin olmanıza yardımcı olur.176

 Klasikler aynı alanda çalışan kişiler arasındaki dayanışmayı sembolize ederler. "Hepimizin klasikleri okumuş ya da en azından klasiklerden sorular soran sınavlara girmiş olması, bizi entelektüel bir topluluk haline getirir"177

estetik standartlar "bilimsel olarak" meşrulaştırılamıyorsa o zaman söylemek istediğinizi söylemek için tek doğru yolu bulmaya çalışmanın bir anlamı yok demektir178

klasiklerin kimlik kartları gibi kullanılması, açık entelektüel topluluklar yerine cemaatler üretme eğilimindedir. Kimlik kartlarınız rehberler yerine sınırlar üretirler. 179

Hughes, siyah bir doktorun zenci statüsünün, nasıl doktorluk statüsüne baskın çıktığını anlatmak istiyordu. Ben ise uyuşturucu müptelası olmanın, oğul ya da koca statülerine nasıl baskın geldiğini ve ebeveynlerin ya da eşlerin çok sevdikleri "keş" akrabaları yemeğe geldiğinde nasıl aile mücevherlerini ve değerli eşyalarını sakladıklarını anlatmak istiyordum. Doris Lessing'in lhe Four-Gated City kitabında yer alan bir karakterin, insanların onun şizofren olduğunu düşünmesinden değil sadece bir şizofren olduğunu düşünmesinden rahatsızlık duyduğunu ifade ederken aslında neyi kast ettiğini göstermek istiyordum.184

Ben ise farklı bir önerme ile yola çıktım: Koşullar uygun olduğunda "normal" insanlar neredeyse aklınıza gelebilecek her şeyi yapabilirler. Bu ise insanların daha önce yapmayacakları bir şeyi yapmaları noktasına gelmelerinde etkin olan durumların ve süreçlerin ne olduğunu sorgulamak zorunda olduğunuz anlamına gelir.189

Yazmak hakkındaki basmakalıp yaklaşım, yazan kişiye itibar getiren düşünme kısmını itibar getirmeyen fiziksel kısımdan ayırır. Gündelik konuşmalarımızda bunlar arasındaki ayrımı, itibarlı zihinsel kısma gönderme yaparken "yazmak" ve fiziksel kısma gönderme yaparken de "daktilo etmek" kavramlarını kullanarak yaparız.194

Eğer bir toplumsal organizasyon sorunlar yaratıyorsa aynı zamanda çözümler için gerekli yanıtları da sunar. 221

  MELODRAMDA DUYGU POLİTİKASI: ÖLMÜŞ BİR KADININ MEKTUPLARI ÖRNEĞİ   Türk edebiyatında popüler roman türünün önemli temsilcilerinden biri ol...